Kitabın Künyesi
- Yazar: Cemil MERİÇ
- Kategori: Biyografi
- Yayına
Hazırlayan: Mahmut Ali MERİÇ
- Sayfa Tasarımı: Hüsnü ABBAS
- Ebat: 15 x 23 cm
- Kapak: Karton
- Sayfa: 312
- ISBN: 978-975-47028-1-1
- Yayın tarihi: 2005
- Yayınlayan: İletişim
Yayınları
Kitabın Özeti
Bu ülke isimli eserinin şöyle bir
toparlayıp özetleyeceğimiz Cemil Meriç, kitaplar hakkında istikbale yollanan
mektup, simokin giyen heyecan ve mumyalanan tefekkür olarak tarifte
bulunmaktadır. Kütüphaneyi de, bütün çağların, bütün ülkelerin
ölümsüzlükleriyle dolu mekan tayin eder ve bu ulular bezmine kabul edilmenin
tek şartı liyakattir. Mabede bayağılar giremez ona göre. Cemil Meriç’in
tanımladığı bu mabede girmeye layık insanların azlığı nekadar gerçek ise böyle
insanların yetişip meyve vermesinin zorluğu da o kadar gerçektir.
20.
yüzyıl fikir ve aydınlanma döneminin Türk insanı içinden fikri, askeri ve
stratejik deha olarak Atatürk’ü çıkarmasının büyüklüğü kadar, Cemil Meriç gibi
edebi ve fikri dehaların da çıkması mabede girmeye layık olanların artması
bakımından dikkate şayandır.
Bu
özeti hazırlamanın zorluğunu, bir öğrencinin hocası hakkında takdirde
bulunmasıyla kıyaslayarak tespit edebilirsiniz. Cemil Meriç gibi bir üstadın
ifadelerinin bizim ifadelerimizle ne kadar hacimli bir metinler dizisine
dönüşeceği müphemdir. Bir sanat galerisinde bulunan resim eserlerini, başka bir
mekanda bulunan birisine metinlerle izaha çalışmak tadını bilmeyene balı
anlatmak gibidir. Bizim de üstadın “Bu ülke”sini anlatmamız bir üstadın
fırçalarından çıkmış resmi kelimelerle anlatmak gibi olacaktır.
Okurken
“Ne güzel kitap!” diye tanımladığınız bir kitap hakkında “Bunu daha önce hiç
düşünmemiştim ama, galiba doğru” veya “Belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün
sonra anlarım” şeklinde önce okuyucunun teslimiyetinin gerekliliğini bildiriyor
yazar. Sonra anlamak ve sonra hüküm.
Yazarın
gerçekten değeri varsa, düşüncesini bir hamlede kavrayamazsınız. Söylemek
istediklerini birden söylemez yazar. Söylemek de istemez. Cemil Meriç’in
yazılarını okurken de yazarın belirttiği şekilde siz onun söylemek
istediklerini, sislerin arkasında şekillenmekte olan siluetin heyula gibimi
olacağını ya da masal ülkesinin büyüleyici güzelliklerinin mi ortaya çıkacağını
okudukça anlarsınız. Sislerin arkasında cisimlerin ortaya çıktığını görürsünüz,
fakat bu cisimler kah cam gibi net, kah fludur. Fotoğrafçının kimyayı
kullanarak sanat yaptığı gibi… Aynı zamanda bu sis aralanırken cesursunuz ve
meraklısınızdır. Altın bulmaya ümitli simyacı gibi. Kayayı kıracak, madeni
eriteceksiniz.
Yazar,
entellektüel hayatı üzerinde etki yapan kitaplardan söz etmiş. Belki bizlere
geleceğe silinmez izler kazıyabilen bir kalemin ortaya çıkışını anlatmak için.
Rıza Tevfik’in “Kamus-u Felsefi”si, Selim Sırrı’nın “Terbiye-i Bedeniye
Nazariyatı”, İbrahim Ethem’in “Terbiye-i İrade”sini kaderini tayin eden
kitaplar olarak tanıtıyor. Suç ve Ceza baştan sona okumuş olduğu ve çevirdiği
ilk yabancı kitap. Bu kitabı anlarken Şemsettin Sami’nin Kamus’unu karanlıkta
fener olarak kullandığını da belirtiyor yazar.
Cemil
Meriç’in yazılarında önce karşınıza yalnız, tedirgin ve küstah bir adam ortaya
çıkar. Kendini üvey evlat olarak görür bu cemiyette. Şahsiyetini bu düşman
çevrede şekillendirir. 1940’lara kadar yazılarını ukalaca bulur. Çıraklık
dönemim dediği 50 yaşına kadar düşünceyi Batı düşüncesi olarak bilir. Buna
Batının gözüyle dünya düşüncesi de diyebiliriz. Dilini unutan bir nesli
gördükçe kahroluyor Cemil Meriç bu çıraklık döneminde. Öğretmenlik yaparken
Batı düşüncesini tanıtmak için çırpınıyor. Ya Batılı olacağız, ya da Batı
kültürünün azat kabul etmez sömürgesi.
Onun
bu dönem yazılarında ırk olarak Türk olduğundan Türkçülüğü seçtiği ve yeni bir
arayış ve yeni bir bütünleşme ümidi gördüğüne dayanarak Türkçü yazar
niteleyebilirdiniz. Belki de Marks’ı tanımaya çalıştığı dönemlerde, Marksist
olarak köşeye sıkıştırıldığını anladığında, ruhi buhranlarından bir sığınak,
bir kaçış, bir yaşama gerekçesi gördüğü Marksizm’e sarıldığını görüp Marksist
sanabilirdiniz onu. Ve sonra Sosyalizm. Hatta, sevimsiz ve aptal bir dünyaya
meydan okuyacağı bir kale olarak gördüğü Ateizm. Ve maddecilikle gerdeğe
girmeden kısa bir flört.
Fakat O, 1968’lere kadar insanlığın
düşünce tarihini tavaf eden bir şakirt olarak görüyordu kendini. Siz onu neci
olarak nitelerseniz fark etmez. O başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeye
çalışıyordu çıraklık döneminde.
Yazar
o dönemin problemlerine kimsenin kafa yormadığından yakınıyor. Sağı inzivaya
çekilmiş mazlum ve mustarip, solu da manasını anlamadığı bir reçeteyi
kekelerken buluyor. Düşmanlık ve diyalogsuzluğun kırılamayan fasit daire
olduğunu belirtiyor. Bu memleketin ona göre cüzzamlılar ülkesi olmasının sebebi
ise, her düşünceye ve her düşünene saldırmak. Yazara göre düşünce tezatlarıyla
bir bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum
etmektir. Düşünmek, özellikle insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak
bölgelerden bir kaçına dalıp çıkmakla olur. Demokrasi ve liberalizmde bu yasak
bölgeleri kaldırmak demektir.
Yazar
buraya kadar yaptığımız tasvirlerle herhangi bir tarikatın sözcüsü olmadığını,
reçete yazacak bir formülünün olmadığını da belirtiyor. Dar ağacına da gitse
tekrarlayacağı tek hakikatin her düşünceye saygı olduğunu ifade ediyor.
Yazar
bu ülkede düşüncenin değil ideolojinin ön planda olmasından duyduğu yakınmaları
sık sık dile getiriyor. Dört yıl Hindistan’ın Ganj kıyılarında vecitle dolaşıp
sağcı olarak nitelenmesine, 20.yy onunla başlamasına rağmen iki yıl
Saint-Simon’la uğraşmasına da solcu etiketi yapıştırılmasına şaşıyor. Halbuki
yazar araştırmalarını etiket için değil ideal uğruna yapıyordu. Hint’i yazarken
amacı Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, kuruntuları ve iftiraları yok etmek idi.
Fakat her iki kitap peşin hükümlerin rahatını kaçırdı. Ne sol memnun oldu ne
sağın hoşuna gitti.
Yazar sağcı dergi ve yayınevlerinde
çalışmasını şöyle açıklıyor. Solun kadirbilmez tutumları onu gericilerin
kucağına değil sadece yanına itmiştir. Fakat yazar kitaplarını okuyunca
anlaşılacağı üzere, bu yakınlığın fikri iffeti açısından bir tehlike
oluşturmadığını belirtiyor.
Yazar
o dönemin rüzgarına neden kapılmadığına şöyle sebep gösteriyor: sağ
okumuyor,bağırmak gereksiz çünkü ortada. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün,
Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış, neden okunmasın, bahane bulunamaz. “O halde
siz basın” diye çözüm gösteriyor yazar. Bu çözümsüzlük çemberini kırmak mümkün
olmuyor. Sol,sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. Sebep ise kime olduğu
belirsiz ihanet. Düşünce birliği rüzgarda yanan kandil misali çünkü birlik
düşünen insanlar arsında olmaktadır yazara göre. Hedef düşünen insan olmaksa,
yazara göre düşünülmeyenlerin toplandığı herhangi bir tarafta olmak da
anlamsız. Yazara göre kaleminin kuvveti mümkün olduğu kadar tarafsız oluşundan
kaynaklanmaktadır. Onun hükümlerini tayin eden ihtirasları değil… Tek kurtuluş
imkanı da izahların dünyasına yolculuk ve fetih.
Yazarın
İstanbul’da çıkan ilk yazıları ancak tercüme bürosunun kepazeliklerini ortaya
çıkarmıştır. O edebiyata sürünerek değil, prens olarak girmiştir. Ondaki
ilerleme ağacın dal-budak salıp büyümesinden başka izah edilemez. Dolayısıyla
ilk yazılarıyla son yazıları arasında büyük bir fark beklenmez Cemil Meriç’ten.
Üslupta
ilk üstad gördüğü Sinan Paşa’dır, sonra Süleyman Nazif, Cenap ve Haşim. Cemil
Meriç’in amacı okuyucuyla yazarı ayıran engellerin hepsini yok etmektir. Yazar
öyle bir ifade yaratmak istiyor ki sesini bütün hiziplere duyursun, attığı bir
alev Türk insanının uyuşuk şuuruna mızrak gibi saplansın.
Yazara
göre gerçek entellektüel sesini sadece hiziplere haykırmakla kalmamalı,
ülkesinin haklarını düşman dünyaya haykırmakta görevi olmalıdır. O ya da bu
sınıfın ideolog veya demagogu olmak değil, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere
karşı müdafaa etmek önemli. Tabi böyle bir düşünce şairane bir ütopya kalabilir
“Bu Ülke”de. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan kopamaz, kopsa da okunmaz veya
anlaşılmaz.
Bu
ütopyadan öteye gidebilmek için en mükemmel bir silah mevcuttur. O da kalemdir.
O silahla karanlıkları devirip, aydınlık çağlara ulaşmak mümkündür. Tarihe mal
olacak, ebediyete yol açacak fetihler, kalemle yapılanlardır yazara göre.
Yazarın
ilginç bir yönünü de tespit ediyoruz yazılarında. Hakikatte kendilerini
konuşturduğu düşünce adamları, bir yönüyle yazarın tercümanlarıdır. Yazar, bir
Balzac’ın bir İbn Haldun’un bir Machiavelli’nin arkasına gizlenmekte ve kendini
bulmaktadır onlarda. Onları seçme nedeni kendini sahneye çıkarmak istememesi,
bir şöhretin arkasına gizlenme ihtiyatından, bazen de onlarla boy
ölçüşebileceğini kanıtlamak gibi bencillikten gelmektedir kendince.
Cemil
Meriç’e göre bir aydın yabancı dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da
gerek yoktur. Fakat bu eksikliği telafi edecek ölçüde dilini gerçekten bilsin.
Kelimeleri, hakkında ansiklopedi yazacak kadar tanısın. Asillerini adilerinden
ayırsın. Hiçbir düşünce taşımayan, kimse tarafından anlaşılmayan karanlık
kelimeler vardır. Ama yine de onlar için yaşayıp ölen herkesin ağzındadırlar.
Her dilden lügatlar elinizde bulunmalı ki okuduğunuz metinde hiçbir karanlık
kelime kalmasın.
Avrupa’nın
tahlilci zekası bilgiyi dini ve dünyevi diye ikiye böler. O’na göre dini
kültürle dini olmayan kültür farklı kavramlardır. Dünyevi diyerek kültürü
toprağa zincirleyen anlayış da bir ideoloji yani bir aldatmaca değil
midir? Batının dünyevi dediği kültür, yazara göre Batı’nın hakimiyetini
sağlamlaştırmak için düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideolojidir. Haçlı
seferlerinden beri saldırının amacı tektir. Kılıçla kazanılmayan zaferi yalanla
kazanmak. Tahrip edeceklerinin yerine sahtelerini yerleştirmek için
kullandıkları araçlar ise ideolojilerdir.
Cemil
Meriç’e göre Avrupa’nın tanzimattan beri emeli de Türk aydınındaki mukaddesi
öldürmek, onun yerine kendi mukaddesini aşılamak olmuştur. Avrupa’nın bir
mukaddesi zaten yoktu, amacı düşmanını istediği kalıba sokacağı şuursuz ve
iradesiz “etnik” bir toz yığını haline getirmekti.
Cemil
Meriç’in, “Bu Ülke”de ilerlerken edebiyat ve fikir dünyasının karanlık
dehlizlerini aydınlattığını, bizim göremediğimiz hayret verici yanlarına şahit
olduk. Kendini ve bakışlarını iç dünyasına çevirip şuurun mağarasında kendi
gölgesiyle karşılaşmasını anlattı bize. Entelektüel bir yazarın nasıl derece
derece yoğrulduğunu gösterdi bize. Kendine orijin olarak Batı ve Batı
düşüncesini alıp daha sonra, entellektüelin bütün eksenlerde dolaşsa da gerçeği
ifade edebilmeyi öğrendik yazardan. Çünkü O’nun da düsturu Daniel de Foe’nin
tabiriyle “Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan
çekiniyorsa,hem budala, hem de alçaktır”olmuştu yazılarında.
Sağcı
ve solcu gibi sınıflandırmaları hiçbir zaman tasvip etmediğini, özellikle
sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı-solcu gibi anlamsız tasnifler
yapıldığını keşfettik yazılarında.
Yazılarına
da aksettiği gibi hayatına iki kelime hakim olmuştur yazarın: öğrenmek ve
öğretmek. Gördüklerini çağdaşlarıyla görüşmek ve tattığı zevki onlara da
tattırmak tek emeli olmuştur her zaman.
Türk
edebiyatının duayenlerinden Cemil Meriç’in “Bu Ülke” isimli kitabının özetini
çıkarmayı amaç alarak yazıya başladık. Fakat kitabı okuyanların da göreceği
gibi, resmin bir karakalem çalışmasıyla benzerini aldığımız bile söylenemez.
Kitabın Özeti
Yazar o dönemin problemlerine
kimsenin kafa yormadığından yakınıyor. Sağı inzivaya çekilmiş mazlum ve
mustarip, solu da manasını anlamadığı bir reçeteyi kekelerken buluyor.
Düşmanlık ve diyalogsuzluğun kırılamayan fasit daire olduğunu belirtiyor. Bu
memleketin ona göre cüzzamlılar ülkesi olmasının sebebi ise, her düşünceye ve
her düşünene saldırmak. Yazara göre düşünce tezatlarıyla bir bütündür. Zıt
fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum etmektir. Düşünmek,
özellikle insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden bir kaçına dalıp
çıkmakla olur. Demokrasi ve liberalizmde bu yasak bölgeleri kaldırmak demektir.
Yazar buraya kadar yaptığımız tasvirlerle herhangi bir tarikatın sözcüsü olmadığını, reçete yazacak bir formülünün olmadığını da belirtiyor. Dar ağacına da gitse tekrarlayacağı tek hakikatin her düşünceye saygı olduğunu ifade ediyor.
Yazar bu ülkede düşüncenin değil ideolojinin ön planda olmasından duyduğu yakınmaları sık sık dile getiriyor. Dört yıl Hindistan’ın Ganj kıyılarında vecitle dolaşıp sağcı olarak nitelenmesine, 20.yy onunla başlamasına rağmen iki yıl Saint-Simon’la uğraşmasına da solcu etiketi yapıştırılmasına şaşıyor. Halbuki yazar araştırmalarını etiket için değil ideal uğruna yapıyordu. Hint’i yazarken amacı Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, kuruntuları ve iftiraları yok etmek idi. Fakat her iki kitap peşin hükümlerin rahatını kaçırdı. Ne sol memnun oldu ne sağın hoşuna gitti.
Yazar sağcı dergi ve yayınevlerinde çalışmasını şöyle açıklıyor. Solun kadirbilmez tutumları onu gericilerin kucağına değil sadece yanına itmiştir. Fakat yazar kitaplarını okuyunca anlaşılacağı üzere, bu yakınlığın fikri iffeti açısından bir tehlike oluşturmadığını belirtiyor.
Yazar o dönemin rüzgarına neden kapılmadığına şöyle sebep gösteriyor: sağ okumuyor,bağırmak gereksiz çünkü ortada. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün, Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış, neden okunmasın, bahane bulunamaz. “O halde siz basın” diye çözüm gösteriyor yazar. Bu çözümsüzlük çemberini kırmak mümkün olmuyor. Sol,sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. Sebep ise kime olduğu belirsiz ihanet. Düşünce birliği rüzgarda yanan kandil misali çünkü birlik düşünen insanlar arsında olmaktadır yazara göre. Hedef düşünen insan olmaksa, yazara göre düşünülmeyenlerin toplandığı herhangi bir tarafta olmak da anlamsız. Yazara göre kaleminin kuvveti mümkün olduğu kadar tarafsız oluşundan kaynaklanmaktadır. Onun hükümlerini tayin eden ihtirasları değil... Tek kurtuluş imkanı da izahların dünyasına yolculuk ve fetih.
Yazarın İstanbul’da çıkan ilk yazıları ancak tercüme bürosunun kepazeliklerini ortaya çıkarmıştır. O edebiyata sürünerek değil, prens olarak girmiştir. Ondaki ilerleme ağacın dal-budak salıp büyümesinden başka izah edilemez. Dolayısıyla ilk yazılarıyla son yazıları arasında büyük bir fark beklenmez Cemil Meriç’ten.
Üslupta ilk üstad gördüğü Sinan Paşa’dır, sonra Süleyman Nazif, Cenap ve Haşim. Cemil Meriç’in amacı okuyucuyla yazarı ayıran engellerin hepsini yok etmektir. Yazar öyle bir ifade yaratmak istiyor ki sesini bütün hiziplere duyursun, attığı bir alev Türk insanının uyuşuk şuuruna mızrak gibi saplansın.
Yazara göre gerçek entellektüel sesini sadece hiziplere haykırmakla kalmamalı, ülkesinin haklarını düşman dünyaya haykırmakta görevi olmalıdır. O ya da bu sınıfın ideolog veya demagogu olmak değil, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek önemli. Tabi böyle bir düşünce şairane bir ütopya kalabilir “Bu Ülke”de. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan kopamaz, kopsa da okunmaz veya anlaşılmaz.
Bu ütopyadan öteye gidebilmek için en mükemmel bir silah mevcuttur. O da kalemdir. O silahla karanlıkları devirip, aydınlık çağlara ulaşmak mümkündür. Tarihe mal olacak, ebediyete yol açacak fetihler, kalemle yapılanlardır yazara göre.
Yazarın ilginç bir yönünü de tespit ediyoruz yazılarında. Hakikatte kendilerini konuşturduğu düşünce adamları, bir yönüyle yazarın tercümanlarıdır. Yazar, bir Balzac’ın bir İbn Haldun’un bir Machiavelli’nin arkasına gizlenmekte ve kendini bulmaktadır onlarda. Onları seçme nedeni kendini sahneye çıkarmak istememesi, bir şöhretin arkasına gizlenme ihtiyatından, bazen de onlarla boy ölçüşebileceğini kanıtlamak gibi bencillikten gelmektedir kendince.
Cemil Meriç’e göre bir aydın yabancı dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da gerek yoktur. Fakat bu eksikliği telafi edecek ölçüde dilini gerçekten bilsin. Kelimeleri, hakkında ansiklopedi yazacak kadar tanısın. Asillerini adilerinden ayırsın. Hiçbir düşünce taşımayan, kimse tarafından anlaşılmayan karanlık kelimeler vardır. Ama yine de onlar için yaşayıp ölen herkesin ağzındadırlar. Her dilden lügatlar elinizde bulunmalı ki okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmasın.
Avrupa’nın tahlilci zekası bilgiyi dini ve dünyevi diye ikiye böler. O’na göre dini kültürle dini olmayan kültür farklı kavramlardır. Dünyevi diyerek kültürü toprağa zincirleyen anlayış da bir ideoloji yani bir aldatmaca değil midir? Batının dünyevi dediği kültür, yazara göre Batı’nın hakimiyetini sağlamlaştırmak için düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideolojidir. Haçlı seferlerinden beri saldırının amacı tektir. Kılıçla kazanılmayan zaferi yalanla kazanmak. Tahrip edeceklerinin yerine sahtelerini yerleştirmek için kullandıkları araçlar ise ideolojilerdir.
Cemil Meriç’e göre Avrupa’nın tanzimattan beri emeli de Türk aydınındaki mukaddesi öldürmek, onun yerine kendi mukaddesini aşılamak olmuştur. Avrupa’nın bir mukaddesi zaten yoktu, amacı düşmanını istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz “etnik” bir toz yığını haline getirmekti.
Yazar buraya kadar yaptığımız tasvirlerle herhangi bir tarikatın sözcüsü olmadığını, reçete yazacak bir formülünün olmadığını da belirtiyor. Dar ağacına da gitse tekrarlayacağı tek hakikatin her düşünceye saygı olduğunu ifade ediyor.
Yazar bu ülkede düşüncenin değil ideolojinin ön planda olmasından duyduğu yakınmaları sık sık dile getiriyor. Dört yıl Hindistan’ın Ganj kıyılarında vecitle dolaşıp sağcı olarak nitelenmesine, 20.yy onunla başlamasına rağmen iki yıl Saint-Simon’la uğraşmasına da solcu etiketi yapıştırılmasına şaşıyor. Halbuki yazar araştırmalarını etiket için değil ideal uğruna yapıyordu. Hint’i yazarken amacı Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, kuruntuları ve iftiraları yok etmek idi. Fakat her iki kitap peşin hükümlerin rahatını kaçırdı. Ne sol memnun oldu ne sağın hoşuna gitti.
Yazar sağcı dergi ve yayınevlerinde çalışmasını şöyle açıklıyor. Solun kadirbilmez tutumları onu gericilerin kucağına değil sadece yanına itmiştir. Fakat yazar kitaplarını okuyunca anlaşılacağı üzere, bu yakınlığın fikri iffeti açısından bir tehlike oluşturmadığını belirtiyor.
Yazar o dönemin rüzgarına neden kapılmadığına şöyle sebep gösteriyor: sağ okumuyor,bağırmak gereksiz çünkü ortada. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün, Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış, neden okunmasın, bahane bulunamaz. “O halde siz basın” diye çözüm gösteriyor yazar. Bu çözümsüzlük çemberini kırmak mümkün olmuyor. Sol,sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. Sebep ise kime olduğu belirsiz ihanet. Düşünce birliği rüzgarda yanan kandil misali çünkü birlik düşünen insanlar arsında olmaktadır yazara göre. Hedef düşünen insan olmaksa, yazara göre düşünülmeyenlerin toplandığı herhangi bir tarafta olmak da anlamsız. Yazara göre kaleminin kuvveti mümkün olduğu kadar tarafsız oluşundan kaynaklanmaktadır. Onun hükümlerini tayin eden ihtirasları değil... Tek kurtuluş imkanı da izahların dünyasına yolculuk ve fetih.
Yazarın İstanbul’da çıkan ilk yazıları ancak tercüme bürosunun kepazeliklerini ortaya çıkarmıştır. O edebiyata sürünerek değil, prens olarak girmiştir. Ondaki ilerleme ağacın dal-budak salıp büyümesinden başka izah edilemez. Dolayısıyla ilk yazılarıyla son yazıları arasında büyük bir fark beklenmez Cemil Meriç’ten.
Üslupta ilk üstad gördüğü Sinan Paşa’dır, sonra Süleyman Nazif, Cenap ve Haşim. Cemil Meriç’in amacı okuyucuyla yazarı ayıran engellerin hepsini yok etmektir. Yazar öyle bir ifade yaratmak istiyor ki sesini bütün hiziplere duyursun, attığı bir alev Türk insanının uyuşuk şuuruna mızrak gibi saplansın.
Yazara göre gerçek entellektüel sesini sadece hiziplere haykırmakla kalmamalı, ülkesinin haklarını düşman dünyaya haykırmakta görevi olmalıdır. O ya da bu sınıfın ideolog veya demagogu olmak değil, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek önemli. Tabi böyle bir düşünce şairane bir ütopya kalabilir “Bu Ülke”de. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan kopamaz, kopsa da okunmaz veya anlaşılmaz.
Bu ütopyadan öteye gidebilmek için en mükemmel bir silah mevcuttur. O da kalemdir. O silahla karanlıkları devirip, aydınlık çağlara ulaşmak mümkündür. Tarihe mal olacak, ebediyete yol açacak fetihler, kalemle yapılanlardır yazara göre.
Yazarın ilginç bir yönünü de tespit ediyoruz yazılarında. Hakikatte kendilerini konuşturduğu düşünce adamları, bir yönüyle yazarın tercümanlarıdır. Yazar, bir Balzac’ın bir İbn Haldun’un bir Machiavelli’nin arkasına gizlenmekte ve kendini bulmaktadır onlarda. Onları seçme nedeni kendini sahneye çıkarmak istememesi, bir şöhretin arkasına gizlenme ihtiyatından, bazen de onlarla boy ölçüşebileceğini kanıtlamak gibi bencillikten gelmektedir kendince.
Cemil Meriç’e göre bir aydın yabancı dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da gerek yoktur. Fakat bu eksikliği telafi edecek ölçüde dilini gerçekten bilsin. Kelimeleri, hakkında ansiklopedi yazacak kadar tanısın. Asillerini adilerinden ayırsın. Hiçbir düşünce taşımayan, kimse tarafından anlaşılmayan karanlık kelimeler vardır. Ama yine de onlar için yaşayıp ölen herkesin ağzındadırlar. Her dilden lügatlar elinizde bulunmalı ki okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmasın.
Avrupa’nın tahlilci zekası bilgiyi dini ve dünyevi diye ikiye böler. O’na göre dini kültürle dini olmayan kültür farklı kavramlardır. Dünyevi diyerek kültürü toprağa zincirleyen anlayış da bir ideoloji yani bir aldatmaca değil midir? Batının dünyevi dediği kültür, yazara göre Batı’nın hakimiyetini sağlamlaştırmak için düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideolojidir. Haçlı seferlerinden beri saldırının amacı tektir. Kılıçla kazanılmayan zaferi yalanla kazanmak. Tahrip edeceklerinin yerine sahtelerini yerleştirmek için kullandıkları araçlar ise ideolojilerdir.
Cemil Meriç’e göre Avrupa’nın tanzimattan beri emeli de Türk aydınındaki mukaddesi öldürmek, onun yerine kendi mukaddesini aşılamak olmuştur. Avrupa’nın bir mukaddesi zaten yoktu, amacı düşmanını istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz “etnik” bir toz yığını haline getirmekti.
Kitaptan Alıntılar
Bir
Avuç Duman
Düşünce bir köprü,
kıldan ince, kılıçtan keskin… Kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler asırlarca
habersiz yaşamış birbirinden.
Ne Asya Avrupa’yı
tanımış, ne Avrupa Asya’yı. El Biruni boşuna anlatmış Hint’i çağdaşlarına.
Kıt’alar kapalı birbirine. Yalnız Kıt’alar mı? Aynı mahalledeki insanlar
birbirlerine yabancı. Her ev meçhule giden bir kompartıman. Kompartımandakiler
tesadüfün bir araya topladığı üç beş yolcu. Ne Marx’ın annesi oğlunu
anlayabilmiş; ne Cromwell, Milton’u. Saint-Simon Ebediyete giden yol
tımarhaneden geçer diyor. Tehlikeli bir durak, tımarhane. Birçok yolcular
cinnette karar kıldı: Nietzsche, Hölderlin. Comte, ömrü boyunca huysuz bir aşık
gibi dalaştı cinnetle. Ayrılan birleşen, tekrar ayrılan bir çifttiler.
Ve Rubaçof zindanının
duvarında sesler duydu, kelimeleşen sesler. Bir avuç kelime kıtaları
birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümlelerde var.
Bir ırmağa benziyor
zaman. Hayretten dona kalmış. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz’ün repertuvarı
tarihinkinden daha zengin. Juvenal’i öfke şairleştirmiş, öfke yani isyan.
Şark’ta fert değil, sokak isyan eder. Sorumsuz ve şuursuz bir bir ayaklanış.
Hikmet, hamakatle vuslatı hayatın tabii cilvesi saymaktan ibaret.
Batılı için tekamül
bir başkalaşma, bir kişileşme. Sürünün tarihi yok. Ama tarihin yaratıcısı o.
Sürünün önüne geçmek, sürüden ayrılmak mı? Aradaki mesafe uzayınca, evet!
Coşmak lazım, diyor
Saint-Simon, yaşamak lazım. Hem zirvelerde, hem uçurumlarda yaşamak. Dizginleri
gerilen at şahlanır, ama kanatlanmaz.
Tecrübe, harem
ağalarının silahı. Büyüklerin bu koltuk değneğine ihtiyacı var mı? İsa
tecrübesiz. Saint-Just tecrübesiz olduğu için ulu. Tecrübe, bayalığa alışmak ve
bayağılaşmak.
İnsanları eskisi kadar
sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu.
(Bu Ülke – s. 220)
GERİCİ KİM?
Canavarlarla
dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. Tanımadığımız bir dünya bu.
İthal mali mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. gerçek, kelimelerin
arkasında kayboluyor.
Ne güzel tarif;
“Gerici, bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her
yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeye çalışan (kimse)” (Meydan –
Larousse). Tarifin tek kusuru bu ucûbenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını
söylememesi.
Murdar bir
hâl’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan
gericidir.
4. Murad’a,
Süleyman devrine dön! diye haykıran Koçi Bey’den Reşit Paşa’ya kadar Osmanlı
Devleti’nin bütün ıslahatçıları gerici. Dante, yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac
eserini iki ezelî hakikatin ışığında yazar: Kilise ve krallık. Dostoyevski
maziye âşık. Dante gerici, Balzac gerici, Dostoyevski gerici!
Gerici, ilerici…
Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar,
düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.
(Bu Ülke s. 80)
(Bu Ülke s. 80)
SEN BİR
AZ-GELİŞMİŞSİN
Kıt’aları ipek
bir kumas gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık
cihanda, bir de küffar…
Zafer
sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından
utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeğe
başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.”
Avrupalı
dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: “Hayır delikanlı”, diye
fısıldadılar, “sen bir az–gelişmişsin.”
Ve Hıristiyan
Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nisân-i zîşân” gibi
gururla benimsedi aydınlarımız.
(Bu Ülke s. 96)
(Bu Ülke s. 96)
DERGİ, HÜR
TEFEKKÜRÜN KALESİ
(…)
Kitap, istikbale yollanan mektup… smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete… biri zamanın dışındadır, öteki “an”ın kendisi. Kitap, beraber yasar sizinle, beraber büyür. Gazete, okununca biter.
Kitap, istikbale yollanan mektup… smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete… biri zamanın dışındadır, öteki “an”ın kendisi. Kitap, beraber yasar sizinle, beraber büyür. Gazete, okununca biter.
Kitap fazla
ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama
taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin
yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi;
vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş,
hezimet veya intihar. (…)
(Bu Ülke –
s.100)
ASALETİNİ
KAYBEDEN İRFAN
İrfanı hisarla
kuşatmış Doğu, mâbede bezirgân sokmamış. Yıllarca davar gütmüş, odun taşımış
çömez… Meşaleyi çetin imtihanlardan sonra tutuşturmuşlar eline. “Emanetleri
ehline tevdi ediniz.” demiş din.
Mürit: ceset.
Can: mürşidin nefesi. Hint’te hocaların soyadı taşınırmış. Karabetlerin en
mukaddesi, şakirtle üstad arasındaki bağ.
Asırlar geçti,
birer birer söndü meşaleler. İrfan asâletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi
saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. Genç kuşaklar,
Batı’nın bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek
bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne
haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır.
öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.
(Bu Ülke – s.
99)
DİVAN
EDEBİYATINDA ROMAN
Divan
Edebiyatı’nda roman yok. Niçin olsun?
Batı’nın ilk
romanlarından biri “Topal şeytan”. Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak
odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşâdır. Osmanlı’nın ne
yaraları vardır, ne yaralarını teshir etmek hastalığı. Hikayeleri ya bir
cengâveri ebedîleştirir, ya “hisse alınacak bir kıssa”dır.
Roman’ın
burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu
yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin,
başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim,
daha geveze bir toplum.
Başka bir
tabirle, bu edebi nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki
bir nispetsizliğin çocuğu. İçtimâî bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir
tedirginlik alâmeti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı bundan. İnanan bir
toplumda, pürüzleri yok etmiş bir toplumda, hayalî çözüm yolları aramaya
ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?
Osmanlı, Osmanlı
kaldıkça Batı romanı’nı anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu
tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadi ve içtimai müesseseleriyle
değişecekti.
Medeniyet can
çekişiyor. Gök bomboş, hayat abes; roman bu kalpsiz dünyanın insanını bütünüyle
sahneye koymak iddiasında. Bütünü, yani çarpık insiyakları, hayvanca
iştihaları, çılgın arzuları veya arzusuzlukları ile. Aşk da -Tanrı gibi-
öldüğüne göre, cinsiyet tek değer. Bezirgan hayasızlığın üstüne bir sal attı:
cinsi bunalım. Sade, kütüphanelerin şeref misafiri, sadizm abesin ikiz kardeşi.
(Bu Ülke – s.
120)
İNANANLAR
KARDEŞTİR
Bu ülkenin bütün
ırklarını, tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş.
Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin
en büyüğü, en mukaddesi. ister siyah derili, ister sarı… inananlar kardeştir.
Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için yaşamak ve ölmek. Türk’ü, Arap’ı,
Arnavut’u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya, yani irşâda.
Altı yüzyıl beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı korkunç
bir kâbusa kalbeden meşûm bir salgın: maddecilik. Tarihin dışına çıkan Anadolu,
tarihin ve hayatın. Heyhat, bu çöküşte kıyametlerin ihtişamı da yok, şiirsiz ve
şikayetsiz.
(Bu Ülke – s.
179)
Kitap Üzerine
Değerlendirmeler
Bu eser,Yazarın düşüncelerinden, izlenimlerinden, duygularından,
anılanndan oluşan, kendini anlamak ve anlatmak için kaleme aldığı, yayımlanmış
ya da yayımlanmamış yazılarının kronolojik bir sıra içinde derlenmesinden
oluşmuştur. Bu Ülke adlı eser, Ülkemizin trajedisini anlatan önemli bir denemedir.
BU ÜLKE
(CEMİL
MERİÇ)
Bu ülke isimli eserinin şöyle
bir toparlayıp özetleyeceğimiz Cemil Meriç, kitaplar hakkında istikbale
yollanan mektup, simokin giyen heyecan ve mumyalanan tefekkür olarak tarifte
bulunmaktadır. Kütüphaneyi de, bütün çağların, bütün ülkelerin
ölümsüzlükleriyle dolu mekan tayin eder ve bu ulular bezmine kabul edilmenin
tek şartı liyakattir. Mabede bayağılar giremez ona göre. Cemil Meriç’in
tanımladığı bu mabede girmeye layık insanların azlığı nekadar gerçek ise böyle
insanların yetişip meyve vermesinin zorluğu da o kadar gerçektir.
20. yüzyıl fikir ve aydınlanma döneminin Türk insanı içinden fikri,
askeri ve stratejik deha olarak Atatürk’ü çıkarmasının büyüklüğü kadar, Cemil
Meriç gibi edebi ve fikri dehaların da çıkması mabede girmeye layık olanların
artması bakımından dikkate şayandır.
Bu özeti hazırlamanın zorluğunu,
bir öğrencinin hocası hakkında takdirde bulunmasıyla kıyaslayarak tespit
edebilirsiniz. Cemil Meriç gibi bir üstadın ifadelerinin bizim ifadelerimizle
ne kadar hacimli bir metinler dizisine dönüşeceği müphemdir. Bir sanat
galerisinde bulunan resim eserlerini, başka bir mekanda bulunan birisine
metinlerle izaha çalışmak tadını bilmeyene balı anlatmak gibidir. Bizim de
üstadın “Bu ülke”sini anlatmamız bir üstadın fırçalarından çıkmış resmi
kelimelerle anlatmak gibi olacaktır.
Okurken “Ne güzel kitap!” diye
tanımladığınız bir kitap hakkında “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim ama, galiba
doğru” veya “Belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün sonra anlarım” şeklinde önce
okuyucunun teslimiyetinin gerekliliğini bildiriyor yazar. Sonra anlamak ve
sonra hüküm.
Yazarın gerçekten değeri varsa, düşüncesini
bir hamlede kavrayamazsınız. Söylemek istediklerini birden söylemez yazar.
Söylemek de istemez. Cemil Meriç’in yazılarını okurken de yazarın belirttiği
şekilde siz onun söylemek istediklerini, sislerin arkasında şekillenmekte olan
siluetin heyula gibimi olacağını ya da masal ülkesinin büyüleyici
güzelliklerinin mi ortaya çıkacağını okudukça anlarsınız. Sislerin arkasında
cisimlerin ortaya çıktığını görürsünüz, fakat bu cisimler kah cam gibi net, kah
fludur. Fotoğrafçının kimyayı kullanarak sanat yaptığı gibi... Aynı zamanda bu
sis aralanırken cesursunuz ve meraklısınızdır. Altın bulmaya ümitli simyacı
gibi. Kayayı kıracak, madeni eriteceksiniz.
Yazar, entellektüel hayatı üzerinde etki yapan kitaplardan söz etmiş.
Belki bizlere geleceğe silinmez izler kazıyabilen bir kalemin ortaya çıkışını
anlatmak için. Rıza Tevfik’in “Kamus-u Felsefi”si, Selim Sırrı’nın “Terbiye-i
Bedeniye Nazariyatı”, İbrahim Ethem’in “Terbiye-i İrade”sini kaderini tayin
eden kitaplar olarak tanıtıyor. Suç ve Ceza baştan sona okumuş olduğu ve
çevirdiği ilk yabancı kitap. Bu kitabı anlarken Şemsettin Sami’nin Kamus’unu
karanlıkta fener olarak kullandığını da belirtiyor yazar.
Cemil Meriç’in yazılarında önce karşınıza yalnız, tedirgin ve küstah bir
adam ortaya çıkar. Kendini üvey evlat olarak görür bu cemiyette. Şahsiyetini bu
düşman çevrede şekillendirir. 1940’lara kadar yazılarını ukalaca bulur.
Çıraklık dönemim dediği 50 yaşına kadar düşünceyi Batı düşüncesi olarak bilir.
Buna Batının gözüyle dünya düşüncesi de diyebiliriz. Dilini unutan bir nesli
gördükçe kahroluyor Cemil Meriç bu çıraklık döneminde. Öğretmenlik yaparken
Batı düşüncesini tanıtmak için çırpınıyor. Ya Batılı olacağız, ya da Batı
kültürünün azat kabul etmez sömürgesi.
Onun bu dönem yazılarında ırk olarak Türk olduğundan Türkçülüğü seçtiği
ve yeni bir arayış ve yeni bir bütünleşme ümidi gördüğüne dayanarak Türkçü
yazar niteleyebilirdiniz. Belki de Marks’ı tanımaya çalıştığı dönemlerde,
Marksist olarak köşeye sıkıştırıldığını anladığında, ruhi buhranlarından bir
sığınak, bir kaçış, bir yaşama gerekçesi gördüğü Marksizm’e sarıldığını görüp
Marksist sanabilirdiniz onu. Ve sonra Sosyalizm. Hatta, sevimsiz ve aptal bir
dünyaya meydan okuyacağı bir kale olarak gördüğü Ateizm. Ve maddecilikle
gerdeğe girmeden kısa bir flört.
Fakat O, 1968’lere kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden bir
şakirt olarak görüyordu kendini. Siz onu neci olarak nitelerseniz fark etmez. O
başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeye çalışıyordu çıraklık döneminde.
Yazar o dönemin problemlerine kimsenin kafa
yormadığından yakınıyor. Sağı inzivaya çekilmiş mazlum ve mustarip, solu da
manasını anlamadığı bir reçeteyi kekelerken buluyor. Düşmanlık ve
diyalogsuzluğun kırılamayan fasit daire olduğunu belirtiyor. Bu memleketin ona
göre cüzzamlılar ülkesi olmasının sebebi ise, her düşünceye ve her düşünene
saldırmak. Yazara göre düşünce tezatlarıyla bir bütündür. Zıt fikirlere
kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum etmektir. Düşünmek, özellikle
insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden bir kaçına dalıp çıkmakla
olur. Demokrasi ve liberalizmde bu yasak bölgeleri kaldırmak demektir.
Yazar buraya kadar yaptığımız tasvirlerle herhangi
bir tarikatın sözcüsü olmadığını, reçete yazacak bir formülünün olmadığını da
belirtiyor. Dar ağacına da gitse tekrarlayacağı tek hakikatin her düşünceye
saygı olduğunu ifade ediyor.
Yazar bu ülkede düşüncenin değil ideolojinin ön
planda olmasından duyduğu yakınmaları sık sık dile getiriyor. Dört yıl
Hindistan’ın Ganj kıyılarında vecitle dolaşıp sağcı olarak nitelenmesine, 20.yy
onunla başlamasına rağmen iki yıl Saint-Simon’la uğraşmasına da solcu etiketi
yapıştırılmasına şaşıyor. Halbuki yazar araştırmalarını etiket için değil ideal
uğruna yapıyordu. Hint’i yazarken amacı Asya’nın büyüklüğünü haykırmak,
kuruntuları ve iftiraları yok etmek idi. Fakat her iki kitap peşin hükümlerin
rahatını kaçırdı. Ne sol memnun oldu ne sağın hoşuna gitti.
Yazar
sağcı dergi ve yayınevlerinde çalışmasını şöyle açıklıyor. Solun kadirbilmez
tutumları onu gericilerin kucağına değil sadece yanına itmiştir. Fakat yazar
kitaplarını okuyunca anlaşılacağı üzere, bu yakınlığın fikri iffeti açısından
bir tehlike oluşturmadığını belirtiyor.
Yazar o dönemin rüzgarına neden
kapılmadığına şöyle sebep gösteriyor: sağ okumuyor,bağırmak gereksiz çünkü
ortada. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün, Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış,
neden okunmasın, bahane bulunamaz. “O halde siz basın” diye çözüm gösteriyor
yazar. Bu çözümsüzlük çemberini kırmak mümkün olmuyor. Sol,sağın gösterdiği
dostluğu göstermiyor. Sebep ise kime olduğu belirsiz ihanet. Düşünce birliği
rüzgarda yanan kandil misali çünkü birlik düşünen insanlar arsında olmaktadır
yazara göre. Hedef düşünen insan olmaksa, yazara göre düşünülmeyenlerin
toplandığı herhangi bir tarafta olmak da anlamsız. Yazara göre kaleminin
kuvveti mümkün olduğu kadar tarafsız oluşundan kaynaklanmaktadır. Onun
hükümlerini tayin eden ihtirasları değil... Tek kurtuluş imkanı da izahların
dünyasına yolculuk ve fetih.
Yazarın İstanbul’da çıkan ilk
yazıları ancak tercüme bürosunun kepazeliklerini ortaya çıkarmıştır. O edebiyata
sürünerek değil, prens olarak girmiştir. Ondaki ilerleme ağacın dal-budak salıp
büyümesinden başka izah edilemez. Dolayısıyla ilk yazılarıyla son yazıları
arasında büyük bir fark beklenmez Cemil Meriç’ten.
Üslupta ilk üstad gördüğü Sinan
Paşa’dır, sonra Süleyman Nazif, Cenap ve Haşim. Cemil Meriç’in amacı okuyucuyla
yazarı ayıran engellerin hepsini yok etmektir. Yazar öyle bir ifade yaratmak
istiyor ki sesini bütün hiziplere duyursun, attığı bir alev Türk insanının
uyuşuk şuuruna mızrak gibi saplansın.
Yazara göre gerçek entellektüel
sesini sadece hiziplere haykırmakla kalmamalı, ülkesinin haklarını düşman
dünyaya haykırmakta görevi olmalıdır. O ya da bu sınıfın ideolog veya demagogu
olmak değil, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek önemli.
Tabi böyle bir düşünce şairane bir ütopya kalabilir “Bu Ülke”de. İnsan
kucağında yaşadığı toplumdan kopamaz, kopsa da okunmaz veya anlaşılmaz.
Bu ütopyadan öteye gidebilmek için en
mükemmel bir silah mevcuttur. O da kalemdir. O silahla karanlıkları devirip,
aydınlık çağlara ulaşmak mümkündür. Tarihe mal olacak, ebediyete yol açacak
fetihler, kalemle yapılanlardır yazara göre.
Yazarın ilginç bir yönünü de tespit
ediyoruz yazılarında. Hakikatte kendilerini konuşturduğu düşünce adamları, bir
yönüyle yazarın tercümanlarıdır. Yazar, bir Balzac’ın bir İbn Haldun’un bir
Machiavelli’nin arkasına gizlenmekte ve kendini bulmaktadır onlarda. Onları
seçme nedeni kendini sahneye çıkarmak istememesi, bir şöhretin arkasına
gizlenme ihtiyatından, bazen de onlarla boy ölçüşebileceğini kanıtlamak gibi
bencillikten gelmektedir kendince.
Cemil Meriç’e göre bir aydın yabancı
dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da gerek yoktur. Fakat bu eksikliği
telafi edecek ölçüde dilini gerçekten bilsin. Kelimeleri, hakkında ansiklopedi
yazacak kadar tanısın. Asillerini adilerinden ayırsın. Hiçbir düşünce
taşımayan, kimse tarafından anlaşılmayan karanlık kelimeler vardır. Ama yine de
onlar için yaşayıp ölen herkesin ağzındadırlar. Her dilden lügatlar elinizde
bulunmalı ki okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmasın.
Avrupa’nın tahlilci zekası bilgiyi
dini ve dünyevi diye ikiye böler. O’na göre dini kültürle dini olmayan kültür
farklı kavramlardır. Dünyevi diyerek kültürü toprağa zincirleyen anlayış
da bir ideoloji yani bir aldatmaca değil
midir? Batının dünyevi dediği kültür, yazara göre Batı’nın hakimiyetini
sağlamlaştırmak için düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideolojidir. Haçlı
seferlerinden beri saldırının amacı tektir. Kılıçla kazanılmayan zaferi yalanla
kazanmak. Tahrip edeceklerinin yerine sahtelerini yerleştirmek için
kullandıkları araçlar ise ideolojilerdir.
Cemil Meriç’e göre Avrupa’nın
tanzimattan beri emeli de Türk aydınındaki mukaddesi öldürmek, onun yerine
kendi mukaddesini aşılamak olmuştur. Avrupa’nın bir mukaddesi zaten yoktu,
amacı düşmanını istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz “etnik” bir toz
yığını haline getirmekti.
Cemil Meriç’in, “Bu Ülke”de
ilerlerken edebiyat ve fikir dünyasının karanlık dehlizlerini aydınlattığını,
bizim göremediğimiz hayret verici yanlarına şahit olduk. Kendini ve bakışlarını
iç dünyasına çevirip şuurun mağarasında kendi gölgesiyle karşılaşmasını anlattı
bize. Entelektüel bir yazarın nasıl derece derece yoğrulduğunu gösterdi bize.
Kendine orijin olarak Batı ve Batı düşüncesini alıp daha sonra, entellektüelin
bütün eksenlerde dolaşsa da gerçeği ifade edebilmeyi öğrendik yazardan. Çünkü
O’nun da düsturu Daniel de Foe’nin tabiriyle “Hakikati bulan, başkaları farklı
düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa,hem budala, hem de
alçaktır”olmuştu yazılarında.
Sağcı ve solcu gibi sınıflandırmaları
hiçbir zaman tasvip etmediğini, özellikle sosyal sınıflara ayrılmamış bir
ülkede sağcı-solcu gibi anlamsız tasnifler yapıldığını keşfettik yazılarında.
Yazılarına da aksettiği gibi hayatına
iki kelime hakim olmuştur yazarın: öğrenmek ve öğretmek. Gördüklerini
çağdaşlarıyla görüşmek ve tattığı zevki onlara da tattırmak tek emeli olmuştur
her zaman.
Türk edebiyatının duayenlerinden
Cemil Meriç’in “Bu Ülke” isimli kitabının özetini çıkarmayı amaç alarak yazıya
başladık. Fakat kitabı okuyanların da göreceği gibi, resmin bir karakalem
çalışmasıyla benzerini aldığımız bile söylenemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder