http://www.unicankara.org.tr/today/index.html
Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve Türkiye
İslâm
Âlemi Yanıyor, BM Yine Seyrediyor
Suriye ve Gazze’deki durum
vahimdir. Baas rejiminin eylemleri karşısında BM’nin karar almasını imkânsız
kılan Rusya ve Çin ne kadar mesulse, İsrail’in hukuk dışı eylemlerinin BM’de
kınanmasına dahi müsaade etmeyen ABD de o kadar mesuldür. Bununla birlikte,
İslam âlemindeki durumun vahameti sadece Suriye ve Gazze’ye indirgenemez. Halen
dünyada devam etmekte olan ve her birinde yılda en az 1000 kişinin hayatını
kaybettiği 11 silahlı çatışma alanı mevcuttur.
Türkiye ile Mısır arasında çok
yönlü bir stratejik iş birliğinin ana çerçevesini oluşturan görüşmeler geçen
hafta sonunda Kahire’de gerçekleşti. Başbakan Erdoğan’ın, beraberindeki 10
bakanla Mısır’a gerçekleştirdiği çalışma ziyareti, Muhammed Mursi’nin
cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasından sonra iki ülke arasındaki ilişkilerin
ne ölçüde geliştiğinin önemli bir göstergesi niteliğindeydi. Fakat
Türkiye-Mısır görüşmeleri, İsrail’in Gazze saldırısının gölgesinde gerçekleşti.
Dört yıl aradan sonra, yine bir genel seçim öncesinde, Hamas tarafından yapılan
roket saldırılarını bahane eden İsrail, havadan ve denizden Gazze’yi
bombalamaya başladı. Ateşkes çağrılarına rağmen, bu satırların yazıldığı
sırada, Gazze sınırına yığınak yapan İsrail tankları, çok daha büyük bir
felakete sebep olabilecek kara harekâtına hazırlanıyordu.
Başbakan Erdoğan ve
Cumhurbaşkanı Mursi İsrail’in durdurulmasını isteyen açıklamalar yaptı.
Erdoğan, bir defa daha BM’nin etkisizliğine vurgu yaparak, Güvenlik Konseyi’nin
mevcut yapısıyla, uluslararası barış ve güvenliği temin etme temel amacından ne
kadar uzak olduğunun altını çizdi. Obama ve Putin’le yaptığı telefon
görüşmelerinde ABD ve Rusya’nın İsrail’i durdurmak için devreye girmesini
isteyen Erdoğan, Suriye’deki katliam sürerken, Gazze’de de benzeri bir insanlık
felaketinin, üstelik dört yıl içinde ikinci defa tekrar etmesinin önlenmesi
için harekete geçilmesini istedi.
Ne İsrail operasyonunu “terör
örgütü Hamas’ın saldırılarının önlenmesi için yapılan bir meşru müdafaa eylemi”
olarak nitelendiren ABD’nin, ne de İsrail’le ilişkilerinde her zaman dikkatli
ve dengeli bir yaklaşım sergileyen Rusya’nın Netanyahu’ya karşı sert bir söylem
takınmasını bekleyemeyeceğimize göre, bu felaket nasıl önlenecek? Bizzat Katar
dışişleri bakanının ifadesiyle “zaman kaybından başka hiçbir işe yaramayan”
Arap Birliği toplantılarında İsrail’i durduracak bir önlem mi alınacak? İslam
İşbirliği Teşkilatı acilen toplanıp, İsrail’e ve bu ülkeye yardımcı olan
ülkelere karşı bir tedbir paketini mi yürürlüğe sokacak? Henüz Mavi Marmara
katliamının hesabını soramamış olan Türkiye, başta Sina karışıklığı olmak üzere
kendi iç meseleleriyle boğuşan Mısır’la birlikte, İsrail’i durdurma misyonunun
öncülüğüne soyunsa, bunda ne ölçüde başarılı olacak?
Bunların hiçbiri olmayacak.
Netanyahu, İsrail’in her zamanki vurdumduymazlığı içinde, kimseye sormadan
başlattığı harekâtı, yine kendisinin istediği zaman bitirecek. Uluslararası
hukuku hiçe sayan, yıllardır başkalarından çaldığı topraklarda yerleşim
birimleri kurmakta bir beis görmeyen, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın
denetimine kapılarını kapatarak nükleer silahlar üreten, kentlerin etrafına
inşa ettiği duvarlarla Filistinlileri açıkhava hapishanelerinde yaşamaya mahkûm
eden İsrail, hâmilerinin kollarında bildiğini okumayı sürdürecek.
Suriye ve Gazze’deki durum
vahimdir. Baas rejiminin eylemleri karşısında BM’nin karar almasını imkânsız
kılan Rusya ve Çin ne kadar mesulse, İsrail’in hukuk dışı eylemlerinin BM’de
kınanmasına dahi müsaade etmeyen ABD de o kadar mesuldür. Bununla birlikte,
İslam âlemindeki durumun vahameti sadece Suriye ve Gazze’ye indirgenemez. Halen
dünyada devam etmekte olan ve her birinde yılda en az 1000 kişinin hayatını
kaybettiği 11 silahlı çatışma alanı mevcuttur. Bunlardan 9’u İslam ülkelerinde
bulunmaktadır. Sudan, Somali, Mali, Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak ve
Libya’daki çatışmaların bazıları iç savaş görünümü arz etmektedir. Suriye’de
ise çoktan iç savaş noktasına gelinmiştir. Yıllık bazda daha az can kaybına yol
açan, halen devam etmekte olan 32 krizin 17’si de yine İslam ülkelerindedir.
Myanmar’dan Filipinler’e, Belucistan’dan Keşmir’e, Batı Sahra’dan Kuzey
Kafkasya’ya kadar birçok bölgede Müslümanlar ya birbirleriyle çatışmakta ya da
baskı ve müdahalelere karşı direnmeye çalışmaktadır. Böylesine karanlık bir
tablo karşısında “BM olup biteni sadece seyrediyor” demek kadar, “İyi de,
Müslümanlar kan ve gözyaşına gark olmuşken, İslam İşbirliği Teşkilatı ne
yapıyor?” diye sormak da hakkımızdır.
BM’nin reforme edilmesi ve bu
türden çatışmaların sona erdirilmesinde işlerlik kazanması elbette önemlidir.
Ama İslam ülkelerinin hükümetlerinin de artık kendilerine gelmesi gerekir.
İslam Zirveleri’nde nutuk atmakla, kendimizde hiç kabahat bulmayıp, dönüp dönüp
Batı dünyasını suçlamakla çözülmüyor bu meseleler. BM Güvenlik Konseyi beş
ülkenin “iki dudağının arasında” da, birçok İslam ülkesinin hükümetleri değil
mi?
Prof.
Dr. Çağrı ERHAN
*Bu yazı ilk olarak
20/11/2012′de Türkiye Gazetesinde yayınlanmıştır
Uluslararası Örgüt Künyesi
Örgütün
Amacı:
-
Savaşları ve barışa yönelik tehditleri önlemek
- Ülkeler arasında ilişkiler kurmak -Uluslararası ekonomik ve sosyal işbirliğini sağlamak |
|
|
Kuruluş
Tarihi:
1945
|
Merkezi:
New
York
(Cenevre, Viyana ve Nairobi ofisleri de bulunmaktadır) |
Genel
Sekreteri (veya uygun unvan):
Ban
Ki-moon
|
Üye Ülkeler:
Birleşmiş Milletler’in, 193 üye ülkesi bulunmaktadır.
Türkiye’nin Üyelik Durumu:
BM’nin kurucu üyelerinden olan Türkiye, 24 Ekim 1945 tarihinde üye olmuştur.
Örgütün Tarihi
İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan büyük devletlerin (ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti ) liderliğinde oluşturulan bir dünya örgütü olan Birleşmiş Milletler (BM), 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan savaşların ve barışa yönelik tehditlerin tekrarını önlemek ve uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla kurulmuştur.
BM’nin kurucu antlaşması niteliğindeki BM Şartı, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 50 ülke tarafından 26 Haziran 1945 tarihinde San Francisco’da imzalanmıştır. Bu toplantılara katılmayan Polonya’nın da daha sonra BM Yasası’nı imzalamasıyla, kurucu üye devletlerin sayısı 51’e yükselmiştir. BM Teşkilatı, BM Şartı’nda öngörüldüğü üzere, BMGK’nın beş daimi üyesi dahil BM’nin diğer üye devletlerinin çoğunluğunun Örgüt Şartı’nın onay işlemlerini tamamlamalarıyla, 24 Ekim 1945 tarihinde resmen faaliyete geçmiştir. Bu tarihten beri, 24 Ekim günü her yıl BM Günü olarak kutlanmaktadır.
Birleşmiş Milletler’in ana organları Genel Kurul, Güvenlik Konseyi (BMGK), Ekonomik ve Sosyal Konsey (EKOSOK), Vesayet Konseyi, Uluslararası Adalet Divanı ve BM Sekretaryası’dır.
Türkiye’nin Örgüt’le İlişkileri
Türkiye, kurucu üyelerinden biri olduğu Birleşmiş Milletler’e karşı son yıllarda çok daha pro-aktif bir yaklaşım benimsemekte ve BM gündeminde bulunan bütün konularla yakından ilgilenmekte olup, gerek Genel Kurul düzeyindeki faaliyetlere, gerek ilgili komitelerdeki çalışmalara olabildiğince aktif bir şekilde katkı sağlamaya çalışmakta, farklı grup ve örgütlere üyeliğinden de istifadeyle, gündemdeki konularda yapıcı ve uzlaştırıcı bir rol oynamaya gayret etmektedir.
Türkiye ayrıca, kendisini doğrudan ilgilendirmese de, diğer üye ülkelerin önem atfettikleri birçok konuda da aktif ve görünür bir tutum izlemeye, bu ülkelerin gündemlerindeki sorunlara artan bir ilgiyle eğilmeye başlamıştır.
Bu çerçevede, ülkemizin son yıllarda ekonomik büyüme ve kalkınma alanında sağladığı ilerleme, Afrika ve Latin Amerika’ya yönelik açılım politikalarımız, BM Güvenlik Konseyi’ne adaylık ve bilahare geçici üyeliğimiz sürecinde uzak coğrafyalardaki ülkelerle geliştirdiğimiz ilişkiler, AB perspektifimiz, G-20 üyeliğimiz ve artan resmi kalkınma yardımlarımız özellikle BM’nin kalkınma gündemine katkılarımızı arttırmamız için yeni fırsatlar sunmuştur. Nitekim 9-13 Mayıs 2011 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen BM 4. En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı, ülkemizin uluslararası kalkınma işbirliğine desteğinin ve katkılarının somut olarak ortaya konulabilmesine imkan vermiştir. Türkiye, bu Konferans’la, 2020 yılına kadar EAGÜ ile ilgili konuları uluslararası gündeme taşıma ve çözüm arama gayretlerine yardımcı olma sorumluluğunu almış, bir anlamda EAGÜ’nün sözcülüğünü üstlenmiştir.
İstanbul’un bir BM merkezi haline getirilmesine yönelik çabalarımız çerçevesinde, BM Nüfus ve Kalkınma Fonu (UNFPA) Doğu Avrupa ve Orta Asya Bölgesel Ofisi ile BM Kalkınma Programı’yla (UNDP) son dönemde geliştirdiğimiz stratejik ortaklık kapsamında, kalkınmaya yönelik UNDP Uluslararası Özel Sektör Merkezi’nin İstanbul’da yerleşmeleri sağlanmıştır.
Öte yandan, uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması ve korunmasında en önemli çok taraflı forum olma özelliğini koruyan BM Güvenlik Konseyi’ne 2009-2010 dönemi üyeliği de Türkiye’ye uluslararası alanda ve BM içinde yeni ve ilave imkanlar kazandırmıştır. BM Yasası’ndaki ilke ve hedeflerin her zaman en kuvvetli savunucularından biri olan ve uluslararası sorunların çok taraflı işbirliği yoluyla çözümünü destekleyen Türkiye, yaklaşık yarım yüzyıllık aradan sonra gerçekleşen BMGK üyeliği sırasında, uluslararası alanda hem boyut, hem içerik olarak giderek zenginlik kazanmakta olan dış politika profiliyle BMGK çalışmalarına katılmış, birçoğu esasen gündelik olarak kendi gündeminde bulunan konularda elinden gelen katkıyı yapmaya gayret göstermiştir.
Türkiye’nin barışı koruma operasyonlarına katkısı bunun somut bir örneğini teşkil etmektedir. Ülkemiz dünyanın çeşitli yerlerine konuşlandırılmış 10 BM barış operasyonuna önemli sayıda askeri ve sivil personel katkısı sağlayan ülkeler arasında yer almaktadır.
BM’ye her forumda ve her vesileyle katkıda bulunma kararlığında olan Türkiye, bir yandan uluslararası barış, güvenlik, istikrar ve refaha katkılarını artırmak, diğer yandan insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi temel ilke ve değerlerin güçlendirilmesine yönelik çabalarını daha da ilerletmek arzusuyla, BM Güvenlik Konseyi’ne 2015-2016 döneminde yeniden üyelik için adaylığını açıklamış bulunmaktadır. BM Güvenlik Konseyi adaylığımıza ilişkin bilgilere www.mfa.gov.tr/birlesmis-milletler-guvenlik-konseyi-adayligimiz.tr.mfa adresinden ulaşılması mümkündür.
Ülkemiz 24 Eylül – 5 Ekim 2012 tarihleri arasında gerçekleştirilen BM 67. Genel Kurul genel görüşmelerine Sayın Bakanımız başkanlığında bir heyetle katılım sağlamıştır. Sayın Bakanımız BM Genel Kurul görüşmeleri marjında çeşitli çok taraflı toplantılara katılmış ve ikili görüşmeler gerçekleştirmiştir.
Türkiye’nin Üyelik Durumu:
BM’nin kurucu üyelerinden olan Türkiye, 24 Ekim 1945 tarihinde üye olmuştur.
Örgütün Tarihi
İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan büyük devletlerin (ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti ) liderliğinde oluşturulan bir dünya örgütü olan Birleşmiş Milletler (BM), 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan savaşların ve barışa yönelik tehditlerin tekrarını önlemek ve uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla kurulmuştur.
BM’nin kurucu antlaşması niteliğindeki BM Şartı, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 50 ülke tarafından 26 Haziran 1945 tarihinde San Francisco’da imzalanmıştır. Bu toplantılara katılmayan Polonya’nın da daha sonra BM Yasası’nı imzalamasıyla, kurucu üye devletlerin sayısı 51’e yükselmiştir. BM Teşkilatı, BM Şartı’nda öngörüldüğü üzere, BMGK’nın beş daimi üyesi dahil BM’nin diğer üye devletlerinin çoğunluğunun Örgüt Şartı’nın onay işlemlerini tamamlamalarıyla, 24 Ekim 1945 tarihinde resmen faaliyete geçmiştir. Bu tarihten beri, 24 Ekim günü her yıl BM Günü olarak kutlanmaktadır.
Birleşmiş Milletler’in ana organları Genel Kurul, Güvenlik Konseyi (BMGK), Ekonomik ve Sosyal Konsey (EKOSOK), Vesayet Konseyi, Uluslararası Adalet Divanı ve BM Sekretaryası’dır.
Türkiye’nin Örgüt’le İlişkileri
Türkiye, kurucu üyelerinden biri olduğu Birleşmiş Milletler’e karşı son yıllarda çok daha pro-aktif bir yaklaşım benimsemekte ve BM gündeminde bulunan bütün konularla yakından ilgilenmekte olup, gerek Genel Kurul düzeyindeki faaliyetlere, gerek ilgili komitelerdeki çalışmalara olabildiğince aktif bir şekilde katkı sağlamaya çalışmakta, farklı grup ve örgütlere üyeliğinden de istifadeyle, gündemdeki konularda yapıcı ve uzlaştırıcı bir rol oynamaya gayret etmektedir.
Türkiye ayrıca, kendisini doğrudan ilgilendirmese de, diğer üye ülkelerin önem atfettikleri birçok konuda da aktif ve görünür bir tutum izlemeye, bu ülkelerin gündemlerindeki sorunlara artan bir ilgiyle eğilmeye başlamıştır.
Bu çerçevede, ülkemizin son yıllarda ekonomik büyüme ve kalkınma alanında sağladığı ilerleme, Afrika ve Latin Amerika’ya yönelik açılım politikalarımız, BM Güvenlik Konseyi’ne adaylık ve bilahare geçici üyeliğimiz sürecinde uzak coğrafyalardaki ülkelerle geliştirdiğimiz ilişkiler, AB perspektifimiz, G-20 üyeliğimiz ve artan resmi kalkınma yardımlarımız özellikle BM’nin kalkınma gündemine katkılarımızı arttırmamız için yeni fırsatlar sunmuştur. Nitekim 9-13 Mayıs 2011 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen BM 4. En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı, ülkemizin uluslararası kalkınma işbirliğine desteğinin ve katkılarının somut olarak ortaya konulabilmesine imkan vermiştir. Türkiye, bu Konferans’la, 2020 yılına kadar EAGÜ ile ilgili konuları uluslararası gündeme taşıma ve çözüm arama gayretlerine yardımcı olma sorumluluğunu almış, bir anlamda EAGÜ’nün sözcülüğünü üstlenmiştir.
İstanbul’un bir BM merkezi haline getirilmesine yönelik çabalarımız çerçevesinde, BM Nüfus ve Kalkınma Fonu (UNFPA) Doğu Avrupa ve Orta Asya Bölgesel Ofisi ile BM Kalkınma Programı’yla (UNDP) son dönemde geliştirdiğimiz stratejik ortaklık kapsamında, kalkınmaya yönelik UNDP Uluslararası Özel Sektör Merkezi’nin İstanbul’da yerleşmeleri sağlanmıştır.
Öte yandan, uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması ve korunmasında en önemli çok taraflı forum olma özelliğini koruyan BM Güvenlik Konseyi’ne 2009-2010 dönemi üyeliği de Türkiye’ye uluslararası alanda ve BM içinde yeni ve ilave imkanlar kazandırmıştır. BM Yasası’ndaki ilke ve hedeflerin her zaman en kuvvetli savunucularından biri olan ve uluslararası sorunların çok taraflı işbirliği yoluyla çözümünü destekleyen Türkiye, yaklaşık yarım yüzyıllık aradan sonra gerçekleşen BMGK üyeliği sırasında, uluslararası alanda hem boyut, hem içerik olarak giderek zenginlik kazanmakta olan dış politika profiliyle BMGK çalışmalarına katılmış, birçoğu esasen gündelik olarak kendi gündeminde bulunan konularda elinden gelen katkıyı yapmaya gayret göstermiştir.
Türkiye’nin barışı koruma operasyonlarına katkısı bunun somut bir örneğini teşkil etmektedir. Ülkemiz dünyanın çeşitli yerlerine konuşlandırılmış 10 BM barış operasyonuna önemli sayıda askeri ve sivil personel katkısı sağlayan ülkeler arasında yer almaktadır.
BM’ye her forumda ve her vesileyle katkıda bulunma kararlığında olan Türkiye, bir yandan uluslararası barış, güvenlik, istikrar ve refaha katkılarını artırmak, diğer yandan insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi temel ilke ve değerlerin güçlendirilmesine yönelik çabalarını daha da ilerletmek arzusuyla, BM Güvenlik Konseyi’ne 2015-2016 döneminde yeniden üyelik için adaylığını açıklamış bulunmaktadır. BM Güvenlik Konseyi adaylığımıza ilişkin bilgilere www.mfa.gov.tr/birlesmis-milletler-guvenlik-konseyi-adayligimiz.tr.mfa adresinden ulaşılması mümkündür.
Ülkemiz 24 Eylül – 5 Ekim 2012 tarihleri arasında gerçekleştirilen BM 67. Genel Kurul genel görüşmelerine Sayın Bakanımız başkanlığında bir heyetle katılım sağlamıştır. Sayın Bakanımız BM Genel Kurul görüşmeleri marjında çeşitli çok taraflı toplantılara katılmış ve ikili görüşmeler gerçekleştirmiştir.
Davutoğlu'dan BM'ye: Sistem işlemiyor
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, BM Güvenlik Konseyi'ndeki
Suriye toplantısında konuştu: Bir insanlık sınavından geçiyoruz ve bu
toplantıdan sonuç çıkmayacak; BM sistemi işlemiyor...
ntvmsnbc
Güncelleme: 23:42 TSİ 30 Ağustos. 2012 Perşembe
NEW YORK - Fransa'nın talebi üzerine BM
Güvenlik Konseyi’nde, Suriyeli sığınmacılara insani yardım konusunun ele
alındığı bir toplantı düzenlendi.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu,
toplantıda yaptığı konuşmada BM’yi eleştirdi: Sistem işlemiyor....
Davutoğlu, mülteci sorunun yakın zamanda
baş edilemeyecek duruma geleceğini ve bu nedenle BM’nin Suriye sınırları içinde
çözüm adımları atması gerektiğini söyledi.
Uzun zamnadır Suriye konusunda bir karar alamayan Güvenlik
Konseyi’nin bu önemli toplantısına, insani yardım acil bir öncelik olduğu için
katılmak istediğini belirten Davutoğlu, “Ancak beklentilerim gerçekleşmedi.
Ortak bir adım atılabilir ama insani trajediyle ilgili bu gerçekleşmeyecek
gibi. Bu toplantı bir basın açıklaması ya da kararla sonuçlanmayacak. Görüyorum
ki birçok ülke dışişleri bakanları tarafından da temsil edilmiyor” dedi.
“SUÇA ORTAKLIK EDİYORUZ”
Davutoğlu, “Suriye’de her şey gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Suriye rejimi sivillere ağır silah ve uçaklarla saldırıyor. Bir nesil yok edilirken bizler bu durumu daha ne kadar oturup izleyeceğiz. Suça ortaklık ediyoruz ve sesimizi çıkarmazsak, vicdanlarımız bu eylemsizlik nedeniyle rahat edecek mi? Yeni nesillere nasıl erdemli ve dürüst olmaktan bahsedeceğiz. Srebrenitsa, Halepçe ve Gazze’deki eylemsizliğin sonuçlarını hepimiz biliyoruz. Uluslararası toplum, ihtiyaç duyulduğunda buralara yardım sağlayamadı ve şu anda Suriye’de yaşanan da bu” şeklinde konuştu.
Davutoğlu, “Suriye’de her şey gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Suriye rejimi sivillere ağır silah ve uçaklarla saldırıyor. Bir nesil yok edilirken bizler bu durumu daha ne kadar oturup izleyeceğiz. Suça ortaklık ediyoruz ve sesimizi çıkarmazsak, vicdanlarımız bu eylemsizlik nedeniyle rahat edecek mi? Yeni nesillere nasıl erdemli ve dürüst olmaktan bahsedeceğiz. Srebrenitsa, Halepçe ve Gazze’deki eylemsizliğin sonuçlarını hepimiz biliyoruz. Uluslararası toplum, ihtiyaç duyulduğunda buralara yardım sağlayamadı ve şu anda Suriye’de yaşanan da bu” şeklinde konuştu.
“DURUM KAPASİTEMİZİ AŞTI”
“Kapılarımızı güvenlik gerekçesiyle bize gelen tüm Suriyeli kardeşlerimize açtık. Şu anda bize gelen Suriyeli sayısı 80 bini aştı ve 10 bini de bekliyor. Yeni kamplar oluşturuyoruz ancak her yeni kampı kurmak 1 ay sürüyor ve bu kamplar 2 günde doluyor” diyen Davutoğlu, “Her gün 4 bin Suriyeli sınırı geçiyor. Şu anda Türkiye’de 11 kamp var ve 3 kamp daha oluşturuluyor. Buralarda her türlü hizmet veriliyor... Elimizden geleni yapıyoruz ancak durum şu an kapasitemizi aştı. 17 bin mülteci şu anda okul, spor salonu ve yurtlarda kalıyor ama yakın zamanda okullar açılacak. Ayrıca yeni kamplar için alan bulmakta zor” dedi.
“Kapılarımızı güvenlik gerekçesiyle bize gelen tüm Suriyeli kardeşlerimize açtık. Şu anda bize gelen Suriyeli sayısı 80 bini aştı ve 10 bini de bekliyor. Yeni kamplar oluşturuyoruz ancak her yeni kampı kurmak 1 ay sürüyor ve bu kamplar 2 günde doluyor” diyen Davutoğlu, “Her gün 4 bin Suriyeli sınırı geçiyor. Şu anda Türkiye’de 11 kamp var ve 3 kamp daha oluşturuluyor. Buralarda her türlü hizmet veriliyor... Elimizden geleni yapıyoruz ancak durum şu an kapasitemizi aştı. 17 bin mülteci şu anda okul, spor salonu ve yurtlarda kalıyor ama yakın zamanda okullar açılacak. Ayrıca yeni kamplar için alan bulmakta zor” dedi.
“DERT YANMAYA GELMEDİK AMA...”
Türkiye’nin zorluklara tek başına göğüs germesinin zorlaşmaya başladığını, şu ana kadar 300 milyon dolar harcandığını ve uluslararası toplumdan gelen desteğin sembolik oldğunu belirten Davutoğlu, “Yanlış anlamayın buraya Suriyeli kardeşlerimizden dert yanmaya gelmedik ve daha fazla fon da istemiyorum ama ülkemde önemli fedakarlıklar yapıldığı ve bunun uluslararası toplumu atalate sevk ettiği görüşleri var. Açık kapı politikası uluslararası reaksiyonu geciktiriyor ve trajik durumla yalnızca komşuların başa çıkması gerekiyor. Yakın zamanda mülteci akışıyla başa çıkamayacak duruma geleceğiz” dedi.
Türkiye’nin zorluklara tek başına göğüs germesinin zorlaşmaya başladığını, şu ana kadar 300 milyon dolar harcandığını ve uluslararası toplumdan gelen desteğin sembolik oldğunu belirten Davutoğlu, “Yanlış anlamayın buraya Suriyeli kardeşlerimizden dert yanmaya gelmedik ve daha fazla fon da istemiyorum ama ülkemde önemli fedakarlıklar yapıldığı ve bunun uluslararası toplumu atalate sevk ettiği görüşleri var. Açık kapı politikası uluslararası reaksiyonu geciktiriyor ve trajik durumla yalnızca komşuların başa çıkması gerekiyor. Yakın zamanda mülteci akışıyla başa çıkamayacak duruma geleceğiz” dedi.
SURİYE İÇİNDE ATILACAK ADIMLAR
Bu noktada Suriye sınırları içinde atılması gereken adımlara odaklanılması gerektiğini belirten Davutoğlu, “Kış yaklaştıkça kıtlık ihtimali de var. Suriye sınırları sağlık hizmeti alamayanlar sınıra gelemeden kan kaybından ölüyor. Şu an İnsani bir felaket var ve 2 milyon kişi yerinden edilmiş durumda.
Bu noktada Suriye sınırları içinde atılması gereken adımlara odaklanılması gerektiğini belirten Davutoğlu, “Kış yaklaştıkça kıtlık ihtimali de var. Suriye sınırları sağlık hizmeti alamayanlar sınıra gelemeden kan kaybından ölüyor. Şu an İnsani bir felaket var ve 2 milyon kişi yerinden edilmiş durumda.
BM Suriye içinde kamplar
oluşturmalı ve buraları korumalı. Şiddetin ve trajedinin tek sorumlusu Suriye
hükümetidir. Mülteciler ülkeden muhalifler yüzünden kaçmıyor. Muhalifler bu
rejimi durdurmaya çalışıyor. BM Güvenlik Konseyi bu duruma cevap vermeli.
Konsey şiddet ve savaş suçlarına karşı adım atmalı. Demokratik geçiş süreci ve
halkın meşru istekleri gözönünde bulundurularak bu adımlar atılmalı.
“BM BİR SINAVDAN GEÇİYOR”
BM önemli bir sınavdan geçiyor. BM’nin ulaslararası toplumun vicvdanını temsil edip etmediğini test ediyoruz. BM bu sınavdan geçmeli. Konsey, konaklamaya nasıl çözüm bulunacağını söylemeli. Bu noktada, Güvenlik Konseyi komşu ülkelerdeki kampları ziyaret ederek durumu yerinde görmeli. Bölgedeki hava bombardımanını durdurmak için ortak karar almalı. Ülke içinde mülteci olan insanların durumları sınırlar içinde çözülmeli” ifadelerini kullandı.
BM önemli bir sınavdan geçiyor. BM’nin ulaslararası toplumun vicvdanını temsil edip etmediğini test ediyoruz. BM bu sınavdan geçmeli. Konsey, konaklamaya nasıl çözüm bulunacağını söylemeli. Bu noktada, Güvenlik Konseyi komşu ülkelerdeki kampları ziyaret ederek durumu yerinde görmeli. Bölgedeki hava bombardımanını durdurmak için ortak karar almalı. Ülke içinde mülteci olan insanların durumları sınırlar içinde çözülmeli” ifadelerini kullandı.
“SİSTEM İŞLEMİYOR, BİR ŞEY
YAPILMIYOR”
“Bu toplantının Suriye halkı için somut şeyler sunmasını bekliyordum ancak BM sistemi işlemiyor” diyen Davutoğlu, “Güvenlik Konseyi şu anda her türlü değeri katleden Suriye rejimine karşı bir şey yapmıyor. Türkiye bu değerleri kendi başına koruyacağını buradan ilan eder. Bir insanlık sınavından geçiyoruz ve insanlık her zaman önde gelmeli...” şeklinde konuştu.
“Bu toplantının Suriye halkı için somut şeyler sunmasını bekliyordum ancak BM sistemi işlemiyor” diyen Davutoğlu, “Güvenlik Konseyi şu anda her türlü değeri katleden Suriye rejimine karşı bir şey yapmıyor. Türkiye bu değerleri kendi başına koruyacağını buradan ilan eder. Bir insanlık sınavından geçiyoruz ve insanlık her zaman önde gelmeli...” şeklinde konuştu.
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Filistin konusunda Birleşmiş Milletlerin
almış olduğu kararın önemli olduğunu fakat Filistin'in gözlemci üye statüsünün,
tam üye statüsüne geçirilmesi gerektiğini söyledi.
Bir dizi inceleme yapmak üzere Yozgat'ın Boğazlıyan ilçesine gelen Başbakan
Yardımcısı Bekir Bozdağ önce Bahariye köyündeki yeni açılan jeotermal enerji
kuyusunda incelemelerde bulundu. Daha sonra Boğazlıyan Kaymakamlığı'nı ziyaret
eden Bozdağ, burada basın mensuplarının sorularını yanıtladı.
Birleşmiş Milletlerin Filistin konusunda almış olduğu kararı değerlendiren
Başbakan Yardımcısı Bozdağ, Filistin'in Birleşmiş Milletler nezdinde gözlemci
devlet statüsü verilmesi tarihi bir adım olduğunu belirterek, "Filistin
sorununda tarihi ve önemli bir kavşağın dönüldüğünü ben düşünüyorum. Tabi bu
Filistin'in tam bağımsız bir devlet olması yolunda aşılmış önemli bir aşamadır.
Umarız ki Filistin'de Gazze'de yaşanan sıkıntılar son bulur ve orası artık tüm
dünyanın özlediği hür ve eşit devletler gibi, Birleşmiş Milletlerin eşit
üyelerinden bir haline gelir." dedi.
Filistin davası için bu başarının yeterli olmadığını vurgulayan Bozdağ,
"Bu davanın başarıyla sonuçlanması için tam ve bağımsız bir Filistin'in
gözlemci üye statüsü değil tam üye statüsü almış bir Filistin'in ortaya çıkmış
olması lazım ki Orta Doğu'da yaşanan sorunların çözümünde de önemli bir kavşak
aşılmış olsun. Çünkü Filistin sorunu çözülmeden Orta Doğu'daki diğer
anlaşmazlıkların kalıcı bir şekilde çözüme kavuşması zor gözüküyor. Anahtar
Filistin'dedir. Bu sorunun çözülmesinde büyük fayda var. İsrail devletinin,
hükümetinin ortaya koydukları haksızlıklar, hukuksuzlukları karşında da umarız
Birleşmiş Milletler sadece kınamak ve bir takım kararları alıp o kararları
uygulamaması halinde müeyyide uygulamayan yaklaşımından bundan sonra vazgeçer.
Çünkü yeniden saldırılar olduğunda yeni ihlaller olduğunda bir takım kararlar alıyor
Birleşmiş Milletler ve bu kararlar uygulanmadığı içinde bir anlam ifade
etmiyor. 100'den fazla karar var ama maalesef bu kararlar uygulanamadığı için
sonuçları da beklendiği gibi olmuyor. Onun için başka üye ülkeler söz konusu
olduğunda alınan kararları Birleşmiş Milletler nasıl kararlılıklar uyguluyorsa,
alınan yaptırımlar nasıl kararlılıklar uygulanıyorsa, uymayan Ülkerlere başka
yaptırımlar uygulanarak onları da bu kararlara uymaya zorluyorlarsa Filistin
konusu ile alakalı yani İsrail sözkonusu olduğunda da aynı adımın atılması
lazım aynı kararlı uygulamanın gösterilmesi lazım. Umarız bundan sonra İsrail
keyfilik yapmaz ve yaparsa da bunun karşısından Birleşmiş Milletler kuruluş
amacına ve ruhuna uygun davranır, aldığı kararların uygulanmasını sağlayacak
adımlar atar." diye konuştu.
BM'nin
Yapısı Değişmeli
Aralık 6, 2012 Gönderen: Ata ATUN
Birleşmiş
Milletler’in (BM) son oluşumu ve yapısı, II. Dünya Savaşı sonrasında bu
savaştan galip çıkan devletlerin bütün dünyayı kontrol edebileceği şekilde
tekrar düzenlendi ve BM o günden beridir de görevini bu şekilde sürdürmekte.
1945
yılındaki oluşumdan tek farkı Çin’in seneler sonra nükleer silaha ve güçlü bir
orduya sahip olması nedeni ile Güvenlik Konseyi “Daimi Üyeliği”ne girmesi, üye
ülke sayısının da 193’e çıkması. Arada yeni yeni kurumlar kurulup hayata
geçirilmiş ama bunların varlığı esasın yapısını etkilemiyor.
Neredeyse
70 yıl evvel son halini almış olan bu yapılaşma 21. yüzyılın koşullarına ve o
günden günümüze dünyada yaşanmış değişimlere yanıt verebilecek düzeyde olmadığı
gibi, adaletten de uzaklaşmış durumda.
Birleşmiş
Milletler Teşkilatı’nın yapısının tekrar gözden geçirilmesi ve tüm dünya ülkelerine
adil ve eşit bir şekilde hizmet verebilecek konuma getirilmesi veya da reforme
edilmesi gerektiği son birkaç yılda yaşanan olaylardan iyice belli oldu
artık.
BM’nin
artık çağdışı kalmış mevcut yapısı nedeni ile 21. yüzyılın bu ilk on yılı
içinde adaletsizlik maalesef yapısal bir hüviyet kazanmış durumda. Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi başta olmak üzere, BM’ye bağlı pek çok uluslararası
kuruluşun aldıkları kararlar ve işleyiş tarzları dikkatle incelenirse, söz
konusu yapısal adaletsizlik açıkça görülebilmekte ve artık iyice göze batmakta.
Özellikle
BM Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve oluşum ilkeleri 21. yüzyılın insan hakları
kavramına ve uygulamalarına aykırı. Avrupa Birliği’nin (AB) toplamı 3 olan
kuruluş ilkelerinden bir tanesi “Eşitlik” olmasına rağmen BM’de eşitlik kavramı
yok.
BM
Güvenlik Konseyi beş “Daimi Üye” ülkeden, 10’da “Geçici Üye” ülkeden oluşmakta.
Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin “Daimi Üye”leri
oluştururken, ikişer yıllık sürelerle geri kalan ülkeler de bölgesel temsiliyet
bazında “Geçici Üye”leri oluşturmakta.
İşleyiş
tarzına ve yapıya bakılırsa, “Geçici Üye”ler sanki de figuran olarak orada
görev yapıyorlar. Neredeyse hiç bir karar alma veya da aldırma yetkileri yok.
Hepsi birleşip aynı konu üzerinde toplamı 10’u bulan olumlu oy verseler bile,
“Daimi Üye”lerden bir tanesinin “Veto”su, bu 10 devletin veya da diğer
tanımlamayla “Güvenlik Konseyi”nin yüzde 67’sini oluşturan ülkelerin ortak
kararının reddedilmesine yol açmakta.
“Daimi
Üye”lerden tek birtanesinin bile “Hayır” demesi, diğer 4 “Daimi Üye” ile 10
“Geçici Üye”nin “Evet” oylarının geçersiz olmasına ve uygulanamamasına neden
olmakta.
Beş
“Daimi Üye” ne derse ve hangi konu üzerinde mutabakata varırsa o karar
uygulanmakta. Geriye kalan 188 ülkenin, halk tabiri ile “Kıymet-i Harbiyyesi
yok” yani “ dikkate alınacak hiç bir değerleri yok”, tek tek veya da topluca…
Dünyanın
yönetimi bu beş ülkeye bırakılmış gerçekte.
Ama
dünyada bu beş “Daimi Üye” ülkenin etnik yapısından, düşünce tarzından,
inancından ve olayları değerlendirmesi ile bakışından başka etnik oluşumlar,
düşünceler, inançlar, değerlendirmeler ve bakışlar da bulunmakta.
Güvenlik
Konseyi’nin çekirdeğini oluşturan söz konusu beş “Daimi Üye” ülke,
dünyada var olan tüm insanları ve küresel yapıyı kapsamıyor. Bu nedenle
de BM’nin tekrar ele alınmasının ve dünyadaki yeni koşullar ve kavramlara göre
yeniden gözden geçirilerek, tüm ülkelerin eşit bir şekilde temsil edileceği
şekilde yapılanmasının zamanının geldiği açık.
Bu yeni
oluşumun yapılabilmesi için günümüzde fikir bazında ortaya atılan görüşlerin
gelecekte silah kullanılarak ortaya atılacağını tarih bize söylemekte. Bu
ikinci safhanın savaşla birlikte ayrılıkları ve parçalanmayı da beraberinde
getireceği kesin.
Prof. Dr.
Ata ATUN
BM Suriye krizinde öncü rol oynamalı
Cumhurbaşkanı Gül,
Suriye'de krizin sona erdirilmesine yönelik çabalarda BM'nin etkin ve öncü rol
oynaması gerektiğini söyledi. BM Genel Sekreteri Ban, uluslararası toplumun
Türkiye'ye yeterli katkıyı sağlamadığını itiraf etti
Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve beraberindeki heyeti önceki
akşam Çankaya Köşkü'nde kabul etti. Görüşmede, BM ile ilgili konuların yanısıra
Suriye, Filistin, Somali ve Kıbrıs'a ilişkin son gelişmeler üzerinde duruldu.
Dışişleri
Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun da hazır bulunduğu görüşmede Gül, Suriye'deki krizin
sona erdirilmesine yönelik çabalarda BM'nin daha etkin ve öncü rol oynaması
gerektiğini belirtti. Gül, uluslararası barış ve istikrara hizmet eden en
önemli küresel aktör konumundaki BM'ye Türkiye'nin desteğinin artarak
süreceğini vurguladı.
TÜRKİYE'YE
KATKI AZ
'Evlerini
terk etmek zorunda kalan Suriyelilere komşuluk hukuku gereği olarak elimizden
gelen yardımı yapıyoruz ancak uluslararası toplumun daha fazla katkı sağlaması
elzem' ifadesini kullanan Gül, krizin sona erdirilmesine yönelik çabalarda da
BM'nin etkin ve öncü rol oynaması gerektiğini kaydetti. Gül, Somali'nin yeni
cumhurbaşkanını Türkiye'de ağırladıklarına da değinerek, bu ülkeye desteğin
süreceğinin altını çizdi. Gül ayrıca, Filistin'in BM'de üye olmayan devlet
statüsü elde etmesinden, barış müzakerelerinin yeniden canlandırılması için
istifade edilmesinin önemine dikkati çekti.
ESED'E
KİMYASAL SİLAH MEKTUBU
BM Genel
Sekreteri Ban Ki-mun da Türkiye'nin, Suriye'de yerlerinden edilen insanlara
yönelik uyguladığı açık kapı politikasını çok takdir ettiğini, şimdiye kadar
135 bini kamplarda ve 70 bini kampların dışında olmak üzere 200 binden fazla Suriyelinin
misafir edilmesinin, Türkiye'nin cömertliğini ve Türk halkının gönlünün
zenginliğini gösterdiğini belirtti. Ban, Türkiye'deki Suriyeliler için yapılan
harcamaların farkında olduklarını, esasen uluslararası toplumun bu konuda
yeteri kadar katkı sağlamadığını, BM olarak konuyla ilgili tüm yardım
kuruluşlarını harekete geçirdiklerini ve uluslararası camiaya yardım çağrısında
bulunduklarını kaydetti.
Gelecek
dönemde BM'nin daha fazla neler yapabileceğini değerlendireceklerini ifade eden
Ban, Suriye rejiminin kimyasal silah kullanması halinde mutlaka uluslararası
hukuk karşısında hesap vereceğini tekrarladı ve bu konuda Esed'e iki mektup
gönderdiğini bildirdi.
BM, güçlü
olanın elini rahatlatan bir kuruluştur
AK Parti Genel Başkan
Yardımcısı Numan Kurtulmuş, BM’nin artık barışı sağlayan bir kuruluş değil,
güçlünün elini daha rahat hale getiren kuruluş olduğunu söyledi.
Yalova’nın Armutlu ilçesindeki
bir tatil köyünde düzenlenen AK Parti Yalova İl Başkanlığı Eğitim Semineri’nde
konuşan Kurtulmuş, BM’nin, uluslararası sorunların çözümündeki durumuna ilişkin
değerlendirmelerde bulundu. Kurtulmuş, “İsrail, Gazze’de operasyonunu yaptı, 8
gün sonra operasyonlarda 175 kişi öldü. Bunlar içerisinde 3 aylık bebek, 85
yaşında nine var. Operasyonlarda bin 399 kişi de yaralandı. Hiçbir şey olmuyor.
İsrail biliyor ki arkasında, BM’de dayısı var. 200’e yakın karar alınmış İsrail
hakkında. Ne yaparsanız yapın, adam yoluna devam ediyor. Çünkü biliyor ki
Güvenlik Konseyi’nde İsrail’e karşı bir yaptırım uygulanamaz. Dayısı ABD var ve
veto ediyor. Geliyorsunuz Suriye’ye, adam her gün onlarca masum sivili
öldürüyor, uçaklardan bomba atıyor. Tanklarla bomba atıyor. O da rahat. O da
biliyor ki onun da BM’de dayısı var. Onu da Rusya koruyor. Böyle bir sistem
devam edebilir mi? 5 tane ülke dünyayı istediği gibi yönetecek. 195 ülke de
bakacak mı? Bu sistem devam etmez. Bu sistemin devam etmeyeceğine ilişkin
sözcülüğü de Türkiye yapıyor Allah’ın izniyle.” ifadelerini kullandı.
Numan
Kurtulmuş, okullardaki kılık kıyafet düzenlemesine yönelik eleştirilere de
değindi. Türkiye’de serbestlik getiren her şeyin yanında olduklarını,
yasakların kalkmasında bu millet için fayda olduğunu söyledi. Kurtulmuş, “O
kılık kıyafet, önlükler, fukaralığı ve fakirliği kaldırmıyor. Fakirliğin üstünü
örtüyor.’’ diye konuştu.
Erdoğan'dan
BM Güvenlik Konseyi'ne tepki: 'Al birini vur ötekine'
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İsrail'in Gazze saldırıları
üzeriniden Birleşmiş Milletler ve Batılı ülkelere sert mesajlar gönderdi.
Batı'ya 'Kimse 'İsrail savunma hakkını kullanıyor' diyemez. İsrail bir terör
estiriyor' diye seslenen Erdoğan, BM Güvenlik Konseyi'nde İsrail'e kınama
kararı çıkmasına karşı çıkan üyelerle ilgili olarak 'Al birini vur ötekine'
dedi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında
yaptığı konuşmada İsrail'in Gazze saldırıları üzerinden Birleşmiş Milletler'e
yüklendi. 'İsrail uluslararası hukuku ayaklarının altına alarak bir halka karşı
etnik temizlik uyguluyor. Filistin topraklarını adım adım işgal ediyor.
Filistinliler ise bu temizlik girişimine karşı meşru savunma, meşru direniş
hakkını kullanıyor' diyen Erdoğan, Batı'ya 'Kimse 'İsrail savunma hakkını
kullanıyor' diyemez. İsrail bir terör estiriyor' şeklinde seslendi.
Birleşmiş
Milletler'in adaletine inanmadığını dile getiren Erdoğan, 'BM Güvenlik
Konseyi'nde beş tane daimi üye var. İsrail'le ilgili bir iki üye olumsuz
yaklaşıyor. Nerede sizin adaletiniz? Al birini, vur öbürüne. Durumunuz bu'
ifadelerinde bulundu.
Erdoğan,
'Biz Güvenlik Konseyi'ndeki üyelerin ağzına bakarak adım atarsak halimiz
perişandır. Öleceksek adam gibi ölelim, bunu başaralım. Bir yandan bölgesel
barış diyeceksiniz, öbür yandan insanlık vicdanını yaralayan her türlü hakkı
hukuku ayaklar altına alana sessiz kalacaksınız. İnsan hakları derneklerine
sesleniyorum; insan hakkı deyince ateistler mi aklınıza geliyor? Gazze'deki
çocuk niye gündeminize gelmiyor? Türkiye'de PKK'yı takip ediyorsunuz. Gazze'de
niye yoksunuz? Ey Batı, ey ABD, ey Rusya size sesleniyorum. Neredesiniz? BM'nin
Güvenlik Konseyi'nin reforma ihtiyacı var. Okullar, hastaneler, ambulansları
hedef almak nasıl bir savunma hakkı oluyor?' dedi.
Mavi
Marmara baskınında hayatını kaybeden Furkan Doğan'ın adli tıp raporunu ABD
Başkanı Barack Obama'ya gösterdiğini aktaran Erdoğan, 'Görmemezlikten geldi.
Dosyalar istediler ama hiçbir netice yok. Batılı devletler ne yazık ki, 64
yıldır İsrail'in her türlü saldırısını görmezden geliyor' şeklinde konuştu.
Kurtulmuş: İsrail, BM dayısına güveniyor
BM'nin artık barışı
sağlayamadığını söyleyen Kurtulmuş, İsrail'in BM'ye güvenerek hareket ettiğini
söyledi. Kurtulmuş, "İsrail'in arkasında BM dayısı var." dedi.
AK Parti
Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, BM'nin artık barışı sağlayan bir
kuruluş değil güçlünün elini daha rahat hale getiren kuruluş olduğunu
ifade ederek, "İsrail biliyor ki arkasında, BM'de dayısı var. 200'e
yakın karar alınmış İsrail hakkında. Ne yaparsanız yapın, adam yoluna
devam ediyor. Çünkü biliyor ki Güvenlik Konseyi'nde İsrail'e karşı
bir yaptırım uygulanamaz. Dayısı ABD var ve veto ediyor" dedi.
Kurtulmuş, Yalova'nın
Armutlu ilçesindeki bir tatil köyünde düzenlenen AK Parti Yalova İl Başkanlığı
Eğitim Semineri'nde, yaptığı konuşmada, Türkiye'nin 10 yıllık
süreçte, kendi hikayesini oluşturduğunu ve kendi öyküsünü yazdığını ifade
ederek, ülkenin kendisine telkin edilen birtakım şeylerin dışında, kendi
programını uyguladığı için başarılı olduğunu söyledi.
"Avrupa'da
kapitalist iki ihtilal yapıldı"
Ekonomik
krizin Avrupa'daki etkilerine işaret eden Kurtulmuş, Avrupa'nın siyasi
tarihinin aksine, yakın dönemde iki kapitalist ihtilal yaşandığını söyledi.
Kurtulmuş, "Bunlardan bir tanesi Yunanistan'dır. Yunanistan'da Papandreu
seçilmiş bir adam, seçilmiş bir başbakan iş başından uzaklaştırılarak
uluslararası tefeci kuruluşunun başkanını Yunanistan'a başbakan tayin ettiler.
Aynı şekilde İtalya'da Berlusconi'yi görevden aldılar geçtiğimiz dönemde ve
onun yerine de uluslararası tefeci kurumunun başını başbakan tayin
ettiler. Diyeceksiniz ki bu oyunu Türkiye'de de yaptılar. Hatırlayacaksınız ki
Türkiye'de de 2001 krizleri zamanında sayın Kemal Derviş'i uluslararası finans
çevrelerinin adamı olarak Türkiye'ye neredeyse Başbakan yapmak üzereydiler. Çok
şükür bu millet bu oyunu bozdu. Bu millet AK Parti'yi iktidara getirerek böyle
bir oyununun Türkiye'de oynanmasına müsaade etmedi. Kamuoyunda o programın
uygulanması için tekrar yolladılar. Uygulanması için zorladılar. Bir süre o
program uygulandı. Mesela bunlardan birisi Türkiye Gelirler İdaresinin
özelleştirilmesidir. IMF çok zorladı, ama AK Parti bunu yapmadı. 'Uygulamadı'
derken bunu kastediyorum." ifadelerini kullandı.
"Arkasında
BM'de dayısı var"
Kurtulmuş,
BM'nin, uluslararası sorunların çözümündeki durumuna da değinerek, şöyle devam
etti:
'BM artık
barışı sağlayan bir kuruluş değil. Güçlünün elini daha rahat hale getiren
kuruluştur. İşte görüyorsunuz İsrail, Gazze'de operasyonunu yaptı, 8 gün sonra
operasyonlarda 175 kişi öldü. Bunlar içerisinde 3 aylık bebek, 85 yaşında nine
var. Operasyonlarda bin 399 kişi de yaralandı. Bunların bir kısmı da ağır yaralı.
Hiçbir şey olmuyor. İsrail biliyor ki arkasında BM'de dayısı var. 200'e yakın
karar alınmış İsrail hakkında. Ne yaparsanız yapın, adam yoluna devam ediyor.
Çünkü biliyor ki Güvenlik Konseyi'nde İsrail'e karşı bir yaptırım uygulanamaz.
Dayısı ABD var ve veto ediyor. Geliyorsunuz Suriye'ye, adam her gün onlarca
masum sivili öldürüyor, uçaklardan bomba atıyor. Tanklarla bomba atıyor. O da
rahat. O da biliyor ki onun da BM'de dayısı var. Onu da Rusya koruyor. Böyle
bir sistem devam edebilir mi? 5 tane ülke dünyayı istediği gibi yönetecek. 195
ülke de bakacak mı? Bu sistem devam etmez. Bu sistemin devam etmeyeceğine
ilişkin sözcülüğü de Türkiye yapıyor Allah'ın izniyle.'
"Önlükler,
fukaralığı ve fakirliği kaldırmıyor"
Okullardaki
kılık kıyafet düzenlemesine yönelik eleştirileri de değerlendiren Kurtulmuş,
Türkiye'de serbestlik getiren her şeyin yanında olduklarını, yasakların
kalkmasında bu millet için fayda olduğunu söyledi.
Kurtulmuş,
'Efendim, 'çocuklarımızın önlükleri milletimizin arasındaki sınıf farkını ya da
gelir farkını gizliyor.' Hükümetlerin üzerine düşen var; olan şeyleri, birtakım
örtülerle örtmek değildir. O kılık kıyafet, önlükler, fukaralığı ve fakirliği
kaldırmıyor. Fakirliğin üstünü örtüyor. Biz o fukaralığın aslında bu memlekette
hiç kalmaması için gayret gösteriyoruz ve inşallah bu memlekette hiç fukara
çocuk kalmayacak' ifadesini kullandı.
Mısır'daki
olaylar
Mısır'daki
olayları endişeyle takip ettiklerini de dile getiren Kurtulmuş, bütün Mısır
halkının, bir araya gelerek ülkenin eski yönetimini
görevden uzaklaştırdığını hatırlattı.
Kurtulmuş,
Mısır'ın İslam dünyasının en önemli güçlerinden birisi olduğuna dikkati
çekerek, şunları kaydetti:
"Mısır'ın
ayağa kalkması demek, İslam dünyasının şahsiyet bulması demektir. Mısır'da
maalesef küresel güçlerin emrinden çıkmayan hatta ve hatta komşusu İsrail'in
gölgesinden çıkamayan eski Mısır yönetimi, halkın eliyle bir tarafa bırakıldı.
Şimdi Mısır'da halkın iradesiyle seçilmiş bir cumhurbaşkanı var. Halkın
iradesiyle seçilmiş cumhurbaşkanının ve yönetimin ilerlemesini önlemek isteyen
eski rejimin kalıntıları var. Özellikle eski rejim kalıntıları, bir takım
vesayet düzeneklerini tekrar kurmak istiyorlar ve Mısır'ın tarih sahnesinde
yeniden rol almasını engellemek istiyorlar. Biz Mısır ve bütün İslam ülkelerinde,
bütün komşu ülkelerimizde halkın iradesine sonuna kadar saygılıyız. Mısır
halkı, Mısırlılarındır. Suriye halkı Suriyelilerindir. Irak halkı
Iraklılarındır. Bütün bu bölge halklarının kendi iradeleriyle ve rejimleriyle
oluşturulması ve kendi iradeleriyle ayakta durabilecek bir güce kavuşabilmesi
bizim hedefimizdir."
Seminer
programı, daha sonra basına kapalı olarak devam etti.
BM'nin
Büyük Ayıbı
Kasım 23, 2012 Gönderen: Ata ATUN
Arşivlerdeki tarihimizi belgeleyen
dokümanları ve belgelerini incelediğiniz vakit Kıbrıs adasına Türklerin,
Osmanlı Devletinin 1571’de adayı fethetmesinden sonra geldiğini değil, fetih
tarihinden asırlar önce adada bulunduklarını ve adanın kaderi üzerinde rol
oynadıklarını görürsünüz.
Kıbrıs adasının ise 1571 yılından
1878 yılına kadar, toplamda 317 yıl fiilen Türk idaresi altında kaldığını, hem
tarih yazmakta, hem de bu dönemden günümüze kalan Osmanlı tarih mirasında bu
izler görülmekte. Tabii en kalıcı ve devam edici miras da biz Kıbrıslı
Türkleriz. Bazıları ısrarla reddetse de hepimizin ataları Anadolu’dan gelme.
Benim dede tarafım Çorum ve
Aydın’dan 19. yüzyılda, nene tarafım ise Kayseri’den 16. yüzyılda gelmişler ve
adaya yerleşmişler.
Bu bilinen bilgileri tekrardan
yazmamın nedeni, Kıbrıs adası üzerinde her ülkeden daha çok Türkiye’nin söz
sahibi olduğudur. Zaten Lozan Anlaşmasının 16. maddesi ve bu maddenin son
şeklini nasıl aldığını belgeleyen tutanaklar, hala daha Türkiye Cumhuriyeti’nin
adanın statü değişikliği üzerinde söz sahibi olduğunu ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin onayı olmadan adadaki olası statü değişikliği uluslararası hukuka
aykırı hale gelmektedir.
4 Mart 1964 tarihinde BM’nin aldığı
186 No.lu “Geçici” karara Türkiye, geçici olması ve Kıbrıslı Türklere karşı
uygulanan katliamları durdurması için BM Barış Gücü’nün adaya çıkarak, Rum
saldırılarını önlemesi amacı ile onay vermiştir.
Bu kararın arkasına saklanan ve
kendisini 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasal temsilcisi olarak addeden eli kanlı
papaz Makarios, -bir din adamı nasıl katliam yapılması kararını alır ve
uygulatır hala anlamış değilim- adanın tümüne sahip olabilmek için 1960
Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının Türklere ortaklık veren 13 maddesini, anayasaya
aykırı olarak tek taraflı Mecliste Rum Milletvekillerinin oyları ile
değiştirmiş ve 16 Ağustos 1960 tarihinde Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın
onayı ve garantörlüğü ile kurulmuş olan Kıbrıs Cumhuriyetini Üniter bir Rum
devletine dönüştürmüştü.
O gün bu
gündür Türkiye Cumhuriyeti bu devleti tanımamış ve “Ben sadece garantörü olduğum ve kurulması için altına imza attığım
1960 Kıbrıs Cumhuriyetini tanırım” diyerek, ne Kıbrıs Rum Yönetimini
tanımış, ne de onun herhangi bir politikacısına ve de bürokratına akreditasyon
vererek muhatap almıştır.
Kıbrıslı Türkleri yok ederek adanın
tümüne sahip olmak için Makarios hükümetinin, 21 Aralık 1963 gecesi Akritas
Planı uyarınca Kıbrıslı Türklere karşı başlattığı saldırılar sonrasında adadaki
Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği varlığını ve görevini Kıbrıslı Türklerin
kontrolü altındaki bölgede sürdürmeye devam ederken, Kıbrıs’a atanan Türkiye
Cumhuriyeti Büyükelçileri de hiçbir zaman itimatnamelerini Kıbrıs Rum Yönetimi
Başkanına sunmamışlardır, Türkiye Cumhuriyeti bu gasp edilmiş Kıbrıs Rum
Yönetimini tanımadığı için.
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un
Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer da Salı akşamı ara bölgede düzenlediği
resepsiyona, adadaki tüm Büyükelçileri davet ederken Türkiye Cumhuriyeti
Büyükelçisini davet etmedi. Kendisi buna “hata oldu” dese de, bence Sayın
Büyükelçimiz benim yazdığım gerekçe ile davet edilmedi.
Ne BM ne de herhangi bir ülkenin
diplomatik misyonu böylesi bir “Unutma” hatasını yapmaz. Hele de Türkiye gibi
bu ada üzerinde söz sahibi olan bir ülkenin Büyükelçisini davet etmemek tam bir
diplomatik yüzkarası.
BM’nin bu çirkin davranışını ve
değerlendirme mantığını protesto ediyorum.
KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu, BM’nin bu
resepsiyona T.C. Büyükelçisini davet etmemesini protesto etmek için
katılmazken, Rum lider Hristofyas da kendisine davetlilerin bilgisinin
eksik verildiği gerekçesi ile katılmadı. Basın ise hiç ilgi göstermedi.
Bu hafta sonu ve veya gelecek hafta
içinde Ankara’ya giderek, Türkiye Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile Kıbrıs
konusunu ve 2013 yılı Şubat ayı sonrasında başlayacak görüşmeleri görüşecek
olan Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer’ın, bu çirkin davranışını nasıl
açıklayacağını ve Türkiye Dışişleri Bakanlığı yetkililerini söyleyeceği
yalanlara nasıl inandıracağını gerçekten çok merak ediyorum.
Bence BM, bu çirkin davranışından
dolayı Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığından ve T.C. Lefkoşa
Büyükelçisinden diplomatik olarak ÖZÜR DİLEMELİ’dir. Zira diplomasi adabı bunu
gerektirir.
Prof. Dr.
Ata ATUN
BM'de
İlginç Gelişmeler
Temmuz 15, 2012 Gönderen: Ata ATUN
İngiltere Daimi Temsilciliği,
UNFICYP’in Kıbrıs’taki görev süresini uzatan raporuna ilişkin hazırladığı ilk
taslağı birkaç gün evvel Kıbrıs konusu ile ilgili ve söz sahibi taraflara
sundu.
Bu taslak bu sefer ilginç düşünceler
ve gelişmeler içeriyor.
Kıbrıslı Türklerin hiçbir zaman
kabul etmedikleri, o dönemin Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’nün de kararın
tavsiye niteliğinde olması ve adada hüküm süren Türk katliamını durdurmak için
kerhen, geçici bir süreliğine kabul ettiği bu karar, adaya BM Barış Gücünün
gelmesini sağlarken, Rumların da resmi Kıbrıs Hükümeti olarak tanınmalarının
yolunu açmıştı.
İngiltere’nin Güvenlik Konseyi’ne
yönelik BM Barış Gücü’yle ilgili sunduğu karar taslağında, 4 Mart 1964 günü BM
Güvenlik Konseyi’nin aldığı 186/1964 sayılı Tavsiye” kararı ile adaya gelmiş
olan Birleşmiş Milletler Barış Gücünün, 2012 yılında adadaki rolü konusunu
yeniden gündeme getirme girişimi çok önemli bir gelişme.
Kararın 4.
maddesi, “Kıbrıs Hükümetinin de rızasıyla
Kıbrıs’ta bir Birleşmiş milletler Barış Gücü oluşturulmasını tavsiye eder”
şeklinde olduğundan, dönemin Makarios hükümeti bu maddenin ilk iki kelimesinin
arkasına saklanarak, Kıbrıs Hükümeti adı altında Kıbrıs Cumhuriyetini gasp
etmiş, Kıbrıslı Türkleri 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tüm oluşumlarından
dışlamıştı. O günden sonra da 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, günümüzde hala varlığını
sürdüren Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetine dönüşmüştü.
Şimdi İngiltere bu karardan dolayı
1964 yılından beri adada bulunan BM barış Gücünün adadaki varlığının ve
görevinin tekrardan ele alınmasını ve sorgulanmasını talep ediyor.
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon da BM
barış Gücünün adadaki rolünün, Kıbrıs sorununun halledilmesi gereği şartlarına
cevap verecek şekilde gözden geçirilmesini birkaç ay evvel dile getirmişti.
İngiltere, Güney Kıbrıs’ın bu dönem
içinde AB Dönem Başkanı olması nedeni ile Güvenlik Konseyi üyelerinin sert
tepki ve yoğun hareketlilikten kaçınacağını düşünerek önerisinde ısrarlı.
İngiltere’nin bu ısrarı biraz da
Hristofyas’ın patavatsızlığından ve AB Dönem Başkanı olunca kendini dünyanın
kralı zannedip, Kıbrıs’ta ne anavatanlara, yani Türkiye ve Yunanistan’a, ne de
üvey anneye, yani İngiltere’ye gerek var demesinden kaynaklanıyor.
Zaten ne vakit Rumlar politik
yollardan İngiliz üslerine saldırsalar, İngiltere hemen Türkiye ve Kıbrıs
Türkleri lehinde girişimler başlatır ve Rumları küllü su gibi yerlerine
oturtur. Bazen bunun aksi de olur tabi. Ne vakit İngiltere Kıbrıslı Türklerin
ve Türkiye’nin tezlerine yakın konuşsa, Rumlar hemen “İngiliz Üsleri dışarı”
demeye başlarlar.
Yıllardır bu adada bu politik
çekişmeler sürüp gitmekte.
İngiltere’nin bu düşüncesi, Güvenlik
Konseyi’nde, ABD’nin desteğini almasına rağmen Fransa, Rusya ve Çin’den elle
tutulabilir bir destek bulmadı ama Almanya gibi bazı AB ülkeleri kendisine arka
çıktı.
Raporun içinde “2008 yılında
başlayan Kıbrıs sorununa ilişkin müzakereler sürecinin durduğu ve sorunun
özünün görüşülmesinin ileriye götürülmesi için artık iki tarafın anlaşmasının
gerekli olduğu” tanımlaması da yer almakta.
Raporun genel hatlarının BM Güvenlik
Konseyi üyelerinin çıkarları doğrultusunda hazırlandığı, bu nedenle de
BM'nin saygınlığının ve inandırıcılığının BM Güvenlik Konseyi üyelerinin
çıkarları altında ezildiği de bir başka gerçek.
Uluslararası hukuk kim güçlüyse, onu
haklı çıkaracak şekilde yorumlanıyor ve o doğrultuda uygulanıyor.
Bu raporun en önemli kısmı Rumların
deyimi ile “Uluslararası Konferans”, Türklerin deyimi ile de “Çok Taraflı
Toplantı” ile ilgili bölüm. Ban Ki-moon’un, Çok taraflı Toplantı’nın yapılması
için yeterli ilerlemenin sağlanmadığını belirtmesi, söz konusu toplantının
yapılması için Rumların ortaya koymak istedikleri koşulların çokta dikkate alınmadığını
göstermekte.
Raporda taraflar arasında yakınlaşma
sağlanamadığının belirtilmesi, iyi kullanılırsa Mart 2013’de Kıbrıslı Türklerin
masaya oturma koşullarının zemini oluşturabilir.
Bu zemin, müzakerelerin yıllarca
süremeyeceği ve Kıbrıslı Türklerin bir anlaşmaya varılamazsa masadan hangi
statüde kalkacakları olabilir.
Prof. Dr.
Ata ATUN
BM'de
Kıbrıs Toplantısı
Ekim 22, 2012 Gönderen: Ata ATUN
Önümüzdeki hafta içinde New York’ta
BM’nin iki müzakereciye Kıbrıs sorunu konusunda sunacağı belge ile ilgili
olarak gerçekleştireceği bir dizi toplantının Rumları endişelendirdiği kesin.
BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel
Danışmanı Aleksander Downer, Genel Sekreterlikte yapılacak bir dizi toplantıya
“Kıbrıs Uzmanı ve Arabulucusu olarak” katılmak için hafta başında
Avustralya’dan New York’a gitti.
Bu toplantıların amacı, Şubat 2013
tarihinde yapılacak Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanlığı seçiminden sonra büyük bir
olasılıkla seçimleri kazanacak olan DİSİ Başkanı Nikos Anastasiades ile KKTC
Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu arasında yeniden başlayacak müzakereler için
zeminin ve görüşme içeriğinin hazırlanması. Bu yeni kan müzakerelerin
temelini ve esasını, BM’nin bu dizi toplantılarda oluşturacağı “Yakınlaşma ve
Görüş Ayrılıkları Belgesi” oluşturacak. Zaten başka bir alternatif de yok.
BM bu belgeyi zaten hazırlamış
durumda. Her görüşmeden sonra, yakınlaşmalar listesi ile ayrılıklar listesine
eklemeler ve çıkarmalar yapılarak konu zaten güncellenmekteydi.
Büyük bir olasılıkla Mart 2013
ortalarında masaya konacak olan bu belge, müzakerelerin zeminini belirleyeceği,
daha evvelki görüşmelerde anlaşmaya varılanları değiştirilemez ve dokunulamaz
olarak sınıflayacağı ve sadece üzerinde mutabakata varılamamış ve sonraya
ertelenmiş konuları görüşmeye açacağı için “Ara Anlaşma” olarak da
değerlendirilebilir.
BM belli ki Kıbrıs konusundan ve
Rumların uzlaşmaz tutumlarından bıkmış usanmış. Artık bu 49 yıldır BM’nin
gündemini meşgul eden, başladığı 1963 yılından beri milyarlarca doların
harcamasına neden olan Kıbrıs konusunu bir şekilde çözmek ve kurtulmak
istiyor.
Rumları fena halde huylandıran ve
telaşlandıran da BM’nin bu düşüncesi.
Bu nedenle de BM’de yapılacak söz
konusu toplantılar dizisi ve ortaya acıkması büyük bir olasılık olan “Ara
Anlaşma” daha şimdiden telaşlanmaya başladılar.
Yunan
Milliyetçiliğini kendine ilke edinmiş olan DİKO’nun Basın Sözcüsü Fotis Fotiu
dün yaptığı resmi açıklamada “BM
yetkilileri tarafından yapılan toplantının rutin bir toplantı olduğuna inanmak
istediklerini, DİKO’nun, Kıbrıs Rum tarafı için bağlayıcı olacak bir yakınlaşma
belgesini kabul etmelerinin söz konusu olmadığını” belirtti. Açıkça
“BM’de kim oluyor” demeye getirdi bu hazırlık toplantısı ile ilgili olarak.
Rum Yönetimi
Başkanı Hristofyas’ın ruhani başkanı olduğu dünyanın son ayakta duran komünist
partisi olan AKEL ise, Genel Sekreteri Andros Kiprianu vasıtası ile yaptığı
açıklamada, “BM’nin bu toplantılar sonunda
bir paragraf içinde toplayacağı yakınlaşmaların Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bundan
sonraki başkanını bağlamayacağını” belirterek, BM’ye “Boşuna uğraşıyorsunuz. Ne yaparsanız yapın,
biz Kıbrıslı Rumlar olarak sizin bulgularınızı kabul etmeyeceğiz”
manasına gelen ifadeler kullandı.
Bunlar
gerçekten çok ilginç açıklamalar. Boylarına ve poslarına bakmadan Birleşmiş
Milletleri takmayan bir tavır sergiledikleri gibi, AKEL Genel Sekreteri Andros
Kiprianu, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un Kıbrıs Özel Danışmanı Aleksander
Downer’ın, hidrokarbon gelirleri ile ilgili Türklerle Rumların ortaklaşa
kullanacakları bir kasa kurulması yönündeki tezi için de “samimi olmam gerekirse, Sayın Downer’ın ne
dediği beni ilgilendirmez” yanıtını
vererek, BM’yi ne kadar dikkate aldıklarını gösterdi!
Kıbrıs Rum tarafı, geçmiş yıllarda
buna benzer bir belgenin masaya konmasına yoğun bir şekilde itiraz etmiş
olmasına rağmen bu sefer -BM’li diplomat arkadaşlarımın yorumlarına göre-
beklenmedik bir şekilde BM’nin “Ara Anlaşma” niteliğinde bir belgeyi
masaya koymasına razı olacak gibi görünüyor.
Belli ki, Mart 2013’de başlayacak
“Yeni kan Kıbrıs müzakereleri” daha başından her iki tarafın elini kolunu
bağlayacak ve görüşmeleri sadece daha evvel üzerinde mutabakat sağlanamayan
başlıklara ve konulara yoğunlaştıracak, diğer konuları da ‘üzerinde mutabakata
varılmış konular’ olarak addedecek.
Sevgili okuyucularımın Bayramını
Kutlar, sağlık ve mutluluklar dolu Bayram tadında nice günler ve Bayramlar
dilerim.
Prof. Dr.
Ata ATUN
Rumlarda
BM Tedirginliği
Nisan 17, 2012 Gönderen: Ata ATUN
Eroğlu’nun Cumhurbaşkanı
seçilmesinden sonra müzakereler Rumların istediği gibi gitmemeye başladı.
Aniden her şey ters yüz oldu Rumlar için. Daha önce Birleşmiş
Milletlerde istedikleri her şeyi yaptırıp her kararı aldırabiliyorlardı ama şimdi
rüzgarlar hiç beklenmedik şekilde ters esmeye başladı. Bırakın
güvendikleri dağlara kar yağmasını, dağlar bile kayboldu ortadan. Rum
yönetimi, BM merkezinde 19 Nisan’da gerçekleşecek, kritik Kıbrıs sorunu
görüşmesi öncesinde bekleme pozisyonunda, daha doğrusu titreme pozisyonunda.
Eller kollar bağlı bekliyorlar BM
Genel Sekreterinin müzakerelerin geleceği ile ilgili kararını…
Daha evvel olsa, yaygarayı basarlar,
araya insanlar, diplomatlar sokarlar ne yapar ne eder kendi istekleri
doğrultusundaki kararı çıkartırlardı ama şimdi gıkları bile çıkmıyor.
Artık kendilerini takıp, adam yerine
koyan yok ki seslerini yükseltsinler.
Daha evvel Yunanistan sesini
yükseltir, diplomatlarını seferber eder, bin bir yalan ve dolanla BM’de veya BM
Güvenlik Konseyinde kararlar çıkarttırırlardı. Ama şimdi parasızlıktan
diplomatlarının birçoğunu geri çekmek zorunda kaldılar. Dolayısıyla
gradoları da (itibarları) yerlerde sürünüyor. Ne takan var, ne de
dinleyen…
Anavatan Yunanistan bu durumda
olursa, yavrusu daha mı iyi konumda olur. Elbet onun da aynen anası gibi
gradosu yerlerde yuvarlanıyor. Takanı yok, sayanı yok.
Türk tarafı iki olasılığı masaya
koydu.
Kendini saydırıyor, dinletiyor ve
istekleri doğrultusunda da bastırıyor. Ya Kıbrıs’ın AB dönem başkanlığını
devralacağı 1 Temmuz’a kadar Kıbrıs sorununda çok taraflı konferansın
gerçekleştirilmesini ya da müzakere prosedürüne son verilmesini talep ediyor.
Bu talebini pekiştirmek için de
Cumhurbaşkanı Eroğlu ve Özel Temsilcisi Özersay işi sıkı tuttular.
Kudret Özersay ABD ve Rusya ziyaretleri
yaparak BM Güvenlik Konseyi’nin önde gelen ülkeleri olan ABD ve Rusya’nın
Dışişleri yetkilileri ile görüşürken, bugün de Cumhurbaşkanı Eroğlu, İslam
Konferansı Örgütü (İKÖ) Başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun davetlisi olarak Suudi
Arabistan’a gidiyor.
Rumlar Türk tarafının bu
girişimlerinden sonra müzakerelerde taktik değişikliğine gitmek zorunda kaldı.
Şimdi müzakerelere Avrupa Birliğini
de bulaştırmak ve Kıbrıs sorununun bütünlüklü idare edilmesiyle, Türkiye’nin
uluslararası ve Avrupa toplumu önünde şikayet edilmesi konularında stratejiler
hazırlamaya başladı.
Bu stratejiler her zamanki gibi gene
yalana dolana dayalı olacak ama büyüklerimizin dediği gibi “Korkunun ecele
faydası yok!”
Yunanistan Başbakanı Lukas Papadimos
ile Dışişleri Bakanı Stavros Dimas’ın dün Kıbrıs Rum tarafına gelmesi ise hiçte
tesadüf değil.
Koltuklarının altında Kıbrıs
müzakereleri, Avrupa-Türkiye ilişkileri, Güney’in AB Dönem Başkanlığı, doğalgaz
ve Türkiye’nin uyarıları konuları var.
“Çok taraflı Konferansı” birlikte,
el ele kol kola kahramanlar gibi reddetmeye hazırlanıyorlar.
1940 yılında, İkinci dünya savaşının
daha başında İtalyan’ların teslim olun Notasına “Oxi” (Hayır) dedikleri 28 Ekim
gününü “Olağanüstü bir kahramanlık yapmış gibi” hala kutluyorlar ama bu Oxi’den
sonra İtalya bir baştan diğerine Yunanistan’ı işgal etmişti.
Rumların ve Yunanlıların ilk
saldırıları Cumhurbaşkanı Eroğlu’na olacak ve kendisini “Müzakereleri
tıkamakla” ve 2. Cumhurbaşkanı Talat ile varılan sözlü mutabakatlardan
“caymakla” suçlayacaklar, sanki diplomaside baş başa yapılan ve tutanaklarda
yer almayan sözlü mutabakatlar geçerliymiş gibi.
Tabii Rumlara ve Yunanlılara
aramızdaki “Helenofil”ler de, yani Rum-Yunan sempatizanları da gönülden destek
verecekler.
Özetle; Tüm çabalarına karşın son
raund Rumlar için çok çetin geçecek. Üstelik bir de İngiltere’nin eski tutumunu
da değişmiş gözüküyor. 1 Temmuz sonrası için İngiltere’nin de bir B planı var.
Prof. Dr.
Ata ATUN
ata.atun@politikadergisi.com
Libya
ve BM Müdahalesi
Nisan 2, 2011 Gönderen: Ata ATUN
Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi, 18 Mart’ta, Libya'ya karşı hava sahasını kapatma, yaptırımlar uygulama
ve askeri saldırı kararı aldı.
Kararın gerekçesi ise
“sivilleri korumak”mış.
Libya’yı parçalamak ve çıkan
petrolü denetim altına almak denseydi daha doğru olurdu.
19 Mart tarihinde başlayan
uluslararası askeri koalisyonun hava operasyonları şiddet ve saldırı içerdiği
için, savaşa dönüşme riski de oldukça yüksek.
Özellikle Fransa’nın bu
saldırıları da tek başına başlatması da bir tesadüf değil.
Fransa’da aşırı sağcı “Ulusal
Cephe” (FN) Pazar günü yapılan yerel seçimlerden güç kazanarak çıktı.
Babası Jean Marie le Pen’den
aşırı sağcı “Ulusal Cephe”yi devir alan Marine Le Pen’e verilen destek (%15.26), Nicholas Sarkozy’in
partisi merkez sağ “Halk Hareketi Birliği”ne (UMP) verilen desteğe (%17.13)çok
yakın. Aradaki fark sadece yüzde 2’den bile az. Ana muhalefet partisi olan
Sosyalist Parti (PS) ise yüzde 25,11 oyla ilk sıraya yerleşti.
Sonuçlar, Fransa Cumhurbaşkanı
Nicolas Sarkozy’nin partisinin halk desteğini kaybettiğini gösteriyor. Le
Pen’in Ulusal Cephe’si 400’e yakın seçim bölgesinde Sarkozy’nin Halk Hareketi
Birliği’nden fazla oy alarak ikinci tura katılmaya hak kazandı. Bu seçim
çevrelerinde Ulusal Cephe, Sarkozy’nin partisi ile değil Sosyalist Parti ile
yarışacak.
Bu yerel seçimler gelecek yıl
Nisan ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde önemli bir sınav
olduğundan ve de geçtiğimiz haftalarda yapılan bir kamuoyu yoklamasının,
gelecek yılki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sarkozy’nin Ulusal Cephe lideri
Marine Le Pen’in gerisinde kalacağını ve büyük bir olasılıkla da ikinci tura
kalamayacağını işaret etmesi belli ki Sarkozy’nin paçalarını tutuşturmuş,
Sarkozy, Fransız’ların
milliyetçi duygularına hitap etmek ve “Ulusal Cephe”ye gidecek oyları kendi
tarafına çekmek için “Halk Kahramanı” olmak yolunu seçmiş anlaşılan ve BM GK
tarafından alına müdahale kararından sonra daha “Komuta Merkezi” bile
oluşturulmadan Libya’ya da ilk saldırının Fransız Hava Kuvvetleri tarafından
yapılması kararını vermiş.
Fransız halkı bu zokayı yutar
mı, o da ayrı bir konu.
Libya’da gelişen olaylar ve
yaşanan dış müdahale, BM gerçeğini de bir kez daha gözler önüne serdi ve dünya
kamu oyunun gündemine getirdi.
26 Haziran 1945 yılında San
Fransisko’da imzalanan BM Kuruluş sözleşmesi 24 Ekim 1945 tarihinde de
yürürlüğe girmişti. 2. Dünya savaşının galiplerinin kim olduğuna bakılarak
kurulan BM’de, Güvenlik Konseyi de tamamen galip taraflarca oluşturulmuş ve
askeri müdahalelerde, 5 daimi üyenin kararları geçerli olmuştur.
BM Güvenlik Konseyi, 18
Mart’ta, Libya’ya karşı hava sahasını kapatma, yaptırımlar uygulama ve askeri
saldırı kararını, Çin’in ve Rusya’nın Çekimser oylarına karşılık ABD, İngiltere
ve Fransa’nın “Evet” oyları ile almış ve kararın mürekkebi daha kurumadan da
Fransa saldırıya geçmişti.
Belli ki, Amerika, İngiltere ve
Fransa kendi çıkarları doğrultusunda, 192 ülkenin üye olduğu Birleşmiş Milletler
kuruluşunu tepe tepe kullanmaktadır. Açıkçası BM’yi şemsiye gibi kullanmakta ve
kendi isteklerine alet etmektedirler. Geriye kalan 187 üye ülke ise tamamen
birer figüran rolünden ileri gidememekte.
Birleşmiş Milletlerin Kuruluş
Esasları artık 21. Yüzyıl gerçeklerine ve insan hakları anlayışına göre tekrar
gözden geçirilerek yeniden düzenlenmeli ve Güvenlik Konseyi de ABD, İngiltere,
Fransa, Çin ve Rusya’nın hegemonyasından çıkarılmalıdır.
BM’ye üye bir ülkeye yapılacak
askeri harekât, BM’ye üye 192 ülkenin birer veya ikişer yıllık üyelikleri ile
belli bir sayıda ve eşit haklarla oluşturacağı bir Konsey tarafından salt
çoğunlukla alınmalıdır.
BM’nin müdahale kararından
sonra aynı Irak’ta yaşananlar gibi, yıllardır Kaddafi’nin bir tutkal görevi
yaparak bir arada tuttuğu kabileler birbirlerinden ayrışmaya başlayacak ve
Libya dağılma sürecine girecek
Libya şimdi Güney Batı, Kuzey
Batı ve Doğu Libya olmak üzere üçe bölünmeye doğru hızla gitmekte.
Güney Batı’daki Tuareg’ler tek
başlarına bir bölge, Doğu’da Bingazi ve çevresinde konuşlanmış kabileler
bir bölge ve Kuzey Batı’da da Tripoli ve başta Berberiler olmak üzere diğer
küçük kabileler ve Fizan bölgesi de bir başka bölge oluşturacak.
Libya hiçbir zaman eskisi gibi
bir bütün parça olamayacak artık.
Prof.
Dr. Ata ATUN
ata.atun@politikadergisi.com
Rumların
Politik Yenilgisi
|
|
|
3 Nisan
2012 Saat : 11:48
Kıbrıs siyasetini ve
politikalarını 40 yıldır çok yakından takip ediyorum.
Uzun bir dönem de politikanın,
müzakerelerin ve görüşmelerin içinde yer aldım.
Bu dönem içinde Rum siyasetinde
ve politikasında rol oynamış önde gelen Rum siyasileri tek tek tanıma ve
şahsen dostluklar kurma olanağım oldu.
Baştan sona hepsi de, 1974
öncesi düşmanlarımızdı. Bizleri silah kullanarak yok etmek veya adadan sürmek
için elden geleni yaptılar. Bize sempatisi olanlar veya da kalplerinde insancıl
duygular taşıyanlar da korkudan ve mevkilerini kaybetmek endişesinden seslerini
çıkaramadılar.
1974 Mutlu Barış Harekatından
sonra baktılar ki silahla bizi yok edemeyecekler, düşmanlıktan daha insani bir
konum olan rakipliğe terfi ettiler.
Biz Kıbrıslı Türkleri dünyadan
soyutlamak ve dünya ile bağımızı koparmak için elden geleni artlarına
koymadılar.
Türkiye aleyhine her tür
girişimi yaptılar.
Dönemin Rum Cumhurbaşkanı
Glafkos Klerides, AB’ye başvurma nedenlerinin ve Yunanistan’ın da Rumların
AB’ye kabul edilmeleri için yaptığı şantajın nedenini “Ekonomik kazanımdan çok
adayı AB’nin de yardımı ile tekrar ele geçirmek” olarak açıklamıştı.
Yiğidi öldür ama hakkını ver
derler ya, gerçekten hepside kendi çıkarları ve adayı -politikalar üreterek-
ele geçirmek için bu güne değin sonsuz bir enerji ile mücadele ettiler.
Ama bu sefer durum çok farklı.
Özellikle de Cumhurbaşkanı
Eroğlu döneminde Kıbrıs Türkçesi deyimi ile adeta “Tekerlek döndü” ve süreç
Rumların aleyhine işlemeye başladı.
Gerçekten de Kıbrıs konusunda
ve müzakerelerinde Rumları hiç bu denli zayıf ve başarısız görmemiştim.
Tabii en önemli faktörlerden
biri R.T. Erdoğan Başbakanlığındaki T.C. Hükümetinin Kıbrıs konusundaki
yaklaşımları, diğeri ise T.C. Dış İşleri bakanı Ahmet Davutoğlu ve ekibinin
girişimleri ile belirlediği yeni strateji.
Gerçi her ikisi de aynı
hükümetin kararları ve girişimleri ancak Başbakanın yaklaşımı makro düzeyde,
Dış İşleri bakanının ki ise özellikli nokta vuruşu şeklinde.
4 Mart 1964’den bu yana 20.
yüzyılın son yarısı içindeki dünya sıralamasındaki sıradan pozisyonunu, zayıf
politik varlığını, gelişmemiş ekonomisini ve dünya politikasındaki vasat yerini
21. yüzyılda çoktan yeni bir çehre ile güçlü bir Türkiye devletine dönüştürmüş
durumdalar.
Türkiye Cumhuriyeti artık BM’ye
baskı yapabilecek güçte ve konumda.
Daha 2010 yılı içinde,1 Temmuz
2012’de Rum tarafının AB Dönem Başkanlığını devir alacağı tarihi dönüm noktası
olarak hedefleyerek, gerek Türkiye’nin AB ile ilişkilerini gerekse de Kıbrıs
politikalarını gözden geçirerek stratejilerini belirlediler.
Yeni strateji doğal olarak
Türkiye’nin dünya politikalarındaki belirleyici konumu ve ekonomik gücü ile
doğru orantılı oldu.
Türk tarafı, Kıbrıs konusunda
19 Nisan’da Birleşmiş Milletler merkezinde yapılacak toplantı öncesinde BM’ye
görüşlerini ve isteklerini ileterek, Kıbrıs Türk ve Rum tarafı ile Garantör
devletlere “Çok Taraflı Konferans” çağrısının yapılmasını ve mevcut prosedürün
1 Temmuz’dan önce kapanmasının Kıbrıs Sorununu çözmek uğraşılarına büyük bir
katkı koyacağı tavsiyesinde bulundu.
Bu doğrultuda da yani “Çok
Taraflı Konferans” çağrısının yapılması durumunda da Cumhurbaşkanı Eroğlu,
konferansta müzakereleri daha da ileriye taşıyacak yeni önerilerini ve atacağı
adımları da açıkladı.
Rum tarafının müzakerecisi
Hristofyas ve Rum-Yunan politikası, Eroğlu’nun koşullu olarak masaya koyduğu bu
önerileri ne alt edebilecek ne de sıfırla çarpabilecek güç, yetenek ve
pozisyonda.
Müzakereler bir müddettir Türk
tarafının baskın politikası altında devam ediyor. Dolayısıyla Rumların bu dikte
edilen gelişmelerden kaçması da neredeyse imkansız gözükmekte.
Tekerlek daha da dönecek ve
adadaki siyasi güç bir gün Türk tarafının eline geçecek.
Zira görünen köy kılavuz
istemiyor.
Ata ATUN
Yeni
Zaman Takvimi
|
|
|
1 Nisan
2012 Saat : 11:23
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon
ile Kıbrıs Özel Danışmanı Aleksander Downer, Kıbrıs Müzakerelerinin Güney
Kıbrıs’ın AB dönem başkanı olacağı 1 Temmuz’da son bulacağına dair aylar önce
yaptıkları açıklamanın esiri oldular.
Müzakerelerin bitmeyeceği ama
buna karşın 1 Temmuz’da son bulacağı kesin.
Şimdi BM ve konu ile yakından
ilgili birinci kişi konumundaki Aleksander Downer, 1 Temmuz’un müzakere
sürecinin sonu olduğuna dair tutumlarını değiştirmek için özellikle Türk
tarafını ikna etmek zorunda.
Rum tarafı sürecin 1 temmuz’dan
sonra devamını isterken, Türk tarafı bunu kabul etmiyor.
Müzakereler fiilen BM Genel
Sekreter’inin 19 Nisan’da alacağı karara değin durmuş durumda.
Genel Sekreter kararını
verinceye dek tarafların tekrar bir araya gelmesinin, müzakere sürecine bir
katkısı olmayacak. Zaten vereceği karar da sürecin nereye gideceğini net olarak
belirleyecek.
Genel Sekreter 19 Nisan’da “Çok
Taraflı Toplantı” çağrısı yaparsa, Rum tarafı bu toplantıya katılmayacak. Çağrı
yapmazsa, Türk tarafı 30 Haziran’a kadar müzakereleri sürdürmeyecek ve 1
Temmuz’da Rum tarafı AB Dönem Başkanlığını devir alınca da bu güne değin hiç
bir sonuç getirmemiş ve bundan sonra da sonuç getirmeyecek olan müzakereleri
devam ettirmeyecek.
Bu durumda BM Genel Sekreterinin
19 Nisan’da açıklayacağı kararı ne olursa olsun müzakerelerin 1 Temmuzdan sonra
fiilen durmuş olacağı açık.
BM bu gerçekler ışığında 19
Nisan’a kadar Türk tarafını müzakereleri sürdürmeye ikna edecek girişimlerde
bulunacak ve bu girişimlerin getirisine göre de kararını verecektir.
Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun, BM
Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a birkaç gün evvel gönderdiği mektubun ana gayesi
de budur.
Sayın Eroğlu mektubunda,
“Kıbrıs sorunu bir an önce çözülebilecekse çözmek için biz gereğini yapmaya
hazırız, eğer değilse ve başarısız olduysa, başarısız olduğunun tespiti
gerekir” diyerek Genel Sekreter’e hem Türk tarafının yapıcı ve barışa istekli
olduğunu hem de süreçte başarısızlık varsa bunu ilan etmesinin en doğru bir
davranış şekli olacağını belirtmekte.
Gelinen bu aşamada BM Genel
Sekreterinin alabileceği veya açıklayabileceği iki karar var.
Birincisi “ Müzakerelerin
başarısızlıkla sonuçlandığını ve devam edemeyeceğini” açıklamak, İkincisi de
“Yeni Bir Zaman Takvimi” ortaya koyarak sürecin devam edeceğini açıklayarak
“Başarı olasılığının hala daha var olduğunu” imajını yaratmak.
BM Genel Sekreterinin ikinci
olasılığı seçmesi daha mantıklı gözükmekte.
Tabii ki bunun da koşulları
olacak.
Özellikle de Türk tarafı ikna
olursa ve de kabul ederse bu açıklama yapılacak.
Türk tarafının böylesi bir
teklifi kabul etmesi de kendilerine karşılık olarak “Neyin” sunulacağına bağlı.
BM’li diplomatlardan gelen
bilgiler, üzerinde yapılan çalışmanın, yeni süreçte “Çok Taraflı Konferans”ın
2013 yılında yapılması ve Müzakere sürecinin de liderler arasında değil
liderlerin “Temsilcileri” düzeyinde devam etmesi şeklinde.
Türk tarafı sürecin devamına
onay vermeyi düşünüyorsa, ortaya bir takım koşullar koymalı.
Bu koşullar, Kıbrıs Türk
Halkının insanlık dışı bir uygulamaya tabi olduğu İzolasyonların, belli bir
kısmının kaldırılması ve “Çok Taraflı Konferans” çağrısının yapılacağının
teyidi olabilir.
Çok taraflı Konferans’ın
zamanlaması da bence Ekim 2014’den sonra olmalıdır.
Bu tarih, Aralık 2009’da
yürürlüğe giren ve yeni AB Anayasası olarak tanımlanan Lizbon Anlaşması
içindeki “Nitelikli Oylamanın” yani bir AB yasasının kabul edilmesi için üye
ülkelerin yüzde 55’inin ve AB nüfusunun da yüzde 65’inin desteğinin gerekli
olacağı çifte çoğunluk (double majority) kuralının uygulamaya gireceği gündür.
Bu tarihten sonra Kıbrıs Rum
Yönetiminin AB içindeki “Veto” yetkisi ve Kıbrıslı Türklere karşı yıllardır
sürdürmüş oldukları çirkin davranışları da iyice törpülenmiş olacaktır.
Ata ATUN
"Türkiye’nin
yeni Afrika politikası" !
23/05/2011 10:39
Yunanca
yayınlanan ELİAMEP internet sayfası, Türkiye'nin Afrika'daki politikasına yer
verdi.
"Afrika’nın Arap ülkelerinde kısa süre önce
yaşanan kriz ve Türkiye’nin bu olaylar karşısındaki tutumu, Ankara’nın geniş
bölgedeki jeostratejik rolünü artırmaya yönelik çabasına ilişkin tartışmaları
alevlendirdi. Afrika kıtasının Arap dünyasına gelince ise en azından benim
düşüncem, Türkiye’nin 1998’den bu yana -özellikle de 2002’den sonra- izlediği
yeni Afrika politikası, Türk diplomatların konuları ele alma biçimine yeni bir
dinamik getirdi. Bu yeni dinamik, Libya’da kısa süre önce meydana gelen olaylar
vesilesiyle bir noktaya kadar gözle görünür hâle geldi.
Türkiye 1998’de, bir yandan -İsmail Cem’in başlattığı- yeni çok yönlü dış politikanın sonucu olarak, diğer yandan ise 1997'de Lüksemburg’da gerçekleşen Devlet ve Hükûmet Liderleri Zirvesinde AB’ye aday statüsüne geçme başarısızlığı sonucunda, Afrika ülkeleriyle yakınlaşma fikrini daha fazla işlemeye başladı. 1998’de farklı bakanlıkların, müdürlüklerin ve özel sektörün temsilcilerinin katılımıyla Afrika’ya açılmaya yönelik Faaliyet Planı hazırlandı. Afrika’daki Türk büyükelçiler ve Afrika ülkelerinin Türkiye’deki fahri konsolosları da toplantıya katılmışlardı. Planın amacı, Afrika ile siyasi, ekonomik ve diplomatik iş birliğinin geliştirilmesiydi.
Afrika’da diplomatik düzeyde temsil öneriliyordu. Böylece mevcut 12 büyükelçilik dışında Gana, Fildişi Sahili ve Zimbabve’de yeni büyükelçilikler açılması kararlaştırıldı. Bir başka öneri, Ankara’dan ekonomik nedenlerle büyükelçilik açılması mümkün olmayan Afrika ülkelerine doğrudan büyükelçi atanmasıydı. Plan uyarınca Ankara’daki Türk diplomatlar, ikili ilişkileri geliştirmek için dönem dönem özel temsilci olarak Afrika başkentlerine gönderilecekti. Aynı zamanda üst düzey Afrika ülkeleriyle Türkiye’nin üst düzey yetkilileri arasında karşılıklı ziyaretler gerçekleşmesi ve BM’nin Afrika’ya sunduğu teknik ve insani yardım programlarına katılım öngörülüyordu.
Ekonomik alanda da benzeri faaliyetler planlanıyordu. Ticari anlaşmalar ve yatırımları koruma anlaşmaları -örneğin Afrika’ya özel teknik destek fonu oluşturulması- öncelikli yere sahipti. Aynı zamanda Türkiye’nin hem Afrika Kalkınma Bankasına hem de Afrika İthalat ve İhracat Bankasına katılımı ve ayrıca Ortak Girişimcilik Kurulu oluşturulması amaçlanıyordu. Faaliyet Planı ayrıca anlaşmaların imzalanmasıyla kültür ve eğitim alanında iş birliğini ve Afrika Etütleri Enstitüsü kurulmasını öngörüyordu. Askerî alanda da iş birliği, Türkiye’nin BM’nin barış faaliyetlerine katılımını ve Afrikalı yetkililerin de Türkiye’de askerî eğitim almak için davet edilmelerini kapsıyordu.
Bu iddialı planın uygulanması büyük oranda Türkiye’de yaşanan siyasi istikrarsızlık ve 2000-2001 döneminde ülkeyi kasıp kavuran ciddi ekonomik krizden dolayı ertelendi. Yalnızca AK Partinin Recep Tayyip Erdoğan başbakanlığında -güçlü parlamento çoğunluğuyla- iktidar olmasından sonra Türk hükûmeti bu programı uygulamaya geçti.
Türkiye’nin Afrika’ya açılımı, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından önceden ilan edilmişti. Davutoğlu 2001 yılında yayımlanan, “Stratejik Derinlik" adlı kitabında, Türkiye’nin Afrika ülkelerindeki gelişmelere, iki nedenden dolayı karışması gerektiğini ifade ediyor: Zengin yeraltı kaynakları ve Afrika ülkelerinin BM çerçevesindeki gücü. Hatta ilk aşamada bu açılım ekonomik ve kültürel alana yoğunlaşmıştı.
Buna rağmen gerçekte Türkiye’nin yeni Afrika politikası birçok alana yayıldı ve birçok kurumun ürünü oldu. Kalkınma diplomasisi düzeyinde -2003 yılında sonra- Türk İş Birliği ve Kalkınma Ajansının (TİKA) faaliyeti çok önemlidir. TİKA’nın Afrika’da üç adet Program Koordinasyon Bürosu var. Bu bürolar Etiyopya, Sudan ve Senegal’de bulunuyor. TİKA’nın faaliyetleri bir dizi alana yayılıyor: Altyapı inşası projesi, tarım, hayvancılık ve sağlık alanlarına teknik ve malzeme desteği, eğitim alanında iş birliği ve gıda yardımı. Bu faaliyetler -çeşidi ve genişliği nedeniyle- uzun vadeli yararları dışında, Türkiye ile Afrika ülkeleri arasında çok yönlü ve genişletilmiş bir iş birliği için zemin hazırlayan faktörler olarak algılanılabilir. Düşünülecek olursa bu, üst düzey Afrikalı devlet yetkilileri tarafından da doğrulanıyor.
TİKA’nın faaliyetleri dışında Türkiye, Afrika’ya uluslararası organizasyonlar aracılığıyla da yardım sundu. Bunlardan bazıları Dünya Sağlık Örgütü, BM’nin Dünya Gıda Destek Programı ve Kızıl Haç. 2005-2010 yılları arasında Türkiye farklı Afrika ülkelerine, kuraklığın ve diğer doğal felaketlerin sonuçlarını ele almak için 7,5 milyon dolarlık bağışta bulundu ayrıca 2007 yılında ilk defa İstanbul’da Az Gelişmiş Ülkeler toplantısı düzenledi. Toplantıya katılan 49 ülkeden 33’ü Afrika ülkesiydi. Zirve, bu ülkelere yardım amacıyla 20 milyon dolar sundu, bir yıl sonra ise Dünya Gıda Destek Programına 3,5 milyon dolarlık insani yardımda bulundu. Ankara’nın 2009 yılında Afrika Birliği’ne 500 bin dolarlık destek sağladığını ifade etmekte fayda var.
Afrika ülkeleriyle Türkiye arasında din alanında da iş birliğini genişletme konusunda çaba gösterildi. 2006’da İstanbul’da Afrika Kıtasının İslam Ülkeleri ve Toplumları Dinî Liderleri Görüşmesi gerçekleşti ve bu toplantıya 21 ülke katıldı. Liderler, Afrika ülkelerinde Osmanlı-Türk tarzı camiler inşa edilmesi ve uluslararası ilahiyat okulları açılarak İslam etütleri alanında uzun vadeli eğitim iş birliği gerçekleştirilmesi talebinde bulundular. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı bu olumlu talebe yanıt vererek Afrika ülkelerinden gelen imamların eğitimi için burs programı geliştirdi. Bu program çerçevesinde Türkiye 2009’da -Afrika’daki büyükelçilikleri aracılığıyla- 300 Müslüman öğrenci davet etti.
Diplomatik düzeyde de benzeri bir hareketlilik yaşandı. Türkiye 2005 yılını “Afrika yılı” ilan etti. Aynı yılın mart ayında ise Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Etiyopya ve Güney Afrika’yı ziyaret etti. İlk defa bir Türk Başbakan ekvatorun güneyindeki bir Afrika ülkesini ziyaret ediyordu. Ayrıca aynı yıl Türkiye, Afrika Birliğinde gözlemci statüsüne sahip oldu, 2008 Ocağında ise Birlik, Türkiye’yi “stratejik ortak” ilan etti. Afrika Birliğinin Japonya, Hindistan, İran, Güney Kore, Güney Amerika, AB ve Çin ile stratejik ittifakları olduğu göz önünde bulundurulursa hiç şüphesiz bu, çok önemli bir gelişmeydi. Kanada ve ABD’nin stratejik ortaklık yapma talepleri hâlâ görüşülüyor. Aynı yılın ağustos ayında “Ortak Gelecek İçin Dayanışma ve İş Birliği” başlığı altında Türkiye-Afrika İş Birliği Zirvesi gerçekleştirildi. Zirveye Afrika Birliği üyesi 50 ülke katıldı. Ayrıca toplantının 2013’te çalışmalarını bir Afrika ülkesinde tekrarlaması kararlaştırıldı.
Türkiye’nin Afrika ile olan iş birliği ekonomik alana da yayıldı. Türkiye 2008 Mayısında Afrika Kalkınma Bankası’na üye oldu ve aynı zamanda Doğu Afrika Kalkınma Yönetimi ve Batı Afrika Devletleri Ekonomi Topluluğuyla ilişkilerini güçlendirdi. Buna paralel olarak Türkiye Dış Ekonomi İlişkileri Kurulu (DEİK), Ankara’nın Afrika’daki faaliyetlerini artırma çabaları çerçevesinde sekiz girişimcilik kurulu kurdu. Bu kurullar Etiyopya, Mısır, Cezayir, Libya, Fas, Güney Afrika, Sudan ve Tunus’ta faaliyet gösteriyor. Türkiye 2008’de girişimcilik alanında faaliyetlerini hızlandırmak için Afrika’daki 12 büyükelçilik dışında 15 yeni büyükelçilik daha açmaya karar verdi. Bir sonraki yıl hükûmet, belirlenmiş ülkelerdeki büyükelçiliklerin faaliyete geçmesi için sekiz yeni büyükelçi tayin etti. Şu an üç yeni büyükelçiliğin açılması işlemleri tamamlandı, yedi büyükelçiliğin açılmasına dair görüşmeler devam ediyor.
Aşağıdaki cetvelden de belli olduğu üzere ticari alışveriş endeksleri de Afrika’ya açılımın Türk ekonomisi üzerindeki olumlu etkilerini gösteriyor:
Türk İhracatları Türk İthalatları
Yıl/Bölge 1999 2009 (milyon dolar) 1999 2009 (milyon dolar)
------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kuzey Afrika 1.344 7.447 1.404 3.542
Sahraaltı Afrika 311 2.732 283 2.158
Toplam 1.655 10.179 1.687 5.700
1999 yılında Türkiye’nin Kuzey Afrika’ya ihracatı 1.344 milyon, ithalatı ise 1.404 milyon dolardı ve 60 milyon dolar bir açık vardı. 2009 yılında bu rakam 7.447 milyon dolara çıktı. Bu demektir ki 10 yıl içinde 5,5 misli arttı. Bu ülkelerden ithalat hacmi ise 3.542 milyon dolara ulaşarak, 3.905 milyon dolar fazlalık yarattı. Türkiye’nin Sahra’nın altında kalan Afrika bölgesiyle alışverişi de buna benzer. 1999 yılında Türkiye’nin bu bölgelere ihracatı 311 milyon dolar iken 2009 yılında 2.732 milyon dolara ulaştı, başka bir ifadeyle dokuz kat arttı. Buna karşılık ithalat 1999 yılında 283 milyon dolar iken 2009 yılında 2.158 milyon dolara ulaşarak, 1999 yılının 28 milyon fazlalığına karşılık 574 milyon dolar fazlalık yarattı. Genel görüntü iyi bir örnek veriyor: Afrika kıtası kapsamında Türkiye’nin 1999 yılındaki dış ticaret dengesinde açık 32 milyon dolardı. 10 yıl sonra bu denge tamamen değişmiş 4.479 milyon dolar fazlalık sağlamıştı. Afrika piyasasının Türkiye’ye geniş ekonomik perspektifler sağladığı anlaşılıyor. Örneğin 2010 Kasımında Fransa, ticarette Çin’e karşı rekabet amacıyla, Türkiye ile Afrika’ya yönelik ortak ticaret iş birliği niyetini açıkladı.
Siyasi düzeyde Türkiye-Afrika iş birliğinin meyvesi Afrika ülkelerinin büyük çoğunluğunun 2008 yılında, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine adaylığını desteklemesi oldu. Zaten uzun vadede Türkiye, BM gibi uluslararası forumlarda iş birliğinde, bölgesel ve dünya konularında görüş teatisinde bulunacağını ümit ediyor.
--Örnek Olarak Sunulan Bazı Sonuçlar--
Afrika kıtasındaki Arap ülkelerinde bugün yaşanan gelişmeler -temel referans noktası Libya-, Türkiye’nin bölgedeki rolüyle ilgili diyaloğu yine ön plana çıkardı. Türkiye’nin yerleşmiş demokratik kurumları ve Avrupa yönlü bir İslam ülkesi olarak Arap dünyası için etkin siyasi bir model olabilmesi durumu da ayrıca temel bir soru oluşturuyor.
Aslında Türkiye’nin etkin model fikri, açıklamalar düzeyinde iyi çalışıyor ancak uygulamadaki işlevselliği oldukça şüpheli. Arap dünyasındaki düşünce tarzları ve bu tür bir perspektife karşı engelleyici rol oynayan hâkim sosyal ve siyasi iktidar grupları bir yana, ideolojik bir “transplantasyonun” zayıflığı defalarca kanıtlanmış durumda. Arap dünyasının bir kısmında bugün olanlar elbette kurulu düzenle bir bakıma ipleri koparmak demektir fakat güvenilir öngörülerde bulunmak için hâlâ çok erken. Türkiye’nin bir nevi kültürel etkisi olabileceğini kabul etsek dahi bu, Afrika kıtasında özellikle güçlü bir ekonomik ve diplomatik varlığın etkisi sayesinde olacak.
Türkiye’nin özellikle 2002 yılından sonra uyguladığı Afrika politikası, bu kıtaya jeostratejik etkisini yayma yönündeki net iradesinin bir ifadesidir. Ekonomik faaliyetleri ve siyasi yaklaşımı bugüne kadar başarılıydı. Bu girişimlerin uzun vadeli olduğu tespiti daha da önemli: Birçok alanda, siyasi, diplomatik, kültürel ve ekonomik alanlarda güçlü bir iş birliğinin temellerini atmayı amaçlıyorlar. Bu, Türkiye’nin geniş bölgedeki rolünü de güçlendirecektir.
Libya’ya uluslararası müdahale konusundaki Ankara’nın genel tutumu ve özellikle Libya halkı lehine “yüksek sesli” açıklamaları, Türkiye’nin özellikle bundan sonra şekillenecek duruma ilgisi çerçevesinde yorumlanmalıdır. Arap ülkelerinde yerleşmiş çıkarları, -bir dereceye kadar Ankara’nın uyguladığı Afrika politikasının ürünü- Türkiye’nin bu alanda gelecekte de güçlü olma amacının kesin bir belirtisidir. Zaten diplomasi ve işletme alanında Türkiye’nin Afrika’daki varlığı arttıkça müdahale gücünün de artacağı aşikârdır.
Bölgede Türk işletmeciliğinin güçlenmesini olumlu yönde etkileyen iki faktör var: Birincisi Türkiye’nin bu kıtada sömürgeci geçmişinin olmamasıdır. Bu gerçek ve Türk tarafının eşit düzeyde iş birliğinden yana olduğunu vurgulaması, iş birliğinin Afrikalı liderler tarafından olumlu karşılanmasında büyük rol oynadı. İkinci faktör, Ankara’nın Afrika yönündeki yeni politikasının petrol konusuyla ilgisi olmayan ekonomik alanlara dayanmasıdır. Petrol konusu nasıl olsa uluslararası güçlerin var olan krize karışmalarının en önemli nedeni ve Arap toplumlar arasında kaygılara neden oluyor. Bu bağlamda Türkiye’nin, kazandıklarını krizden sonra da sürdürmesi doğaldır.
Bu tespitler, Türkiye’nin Libya konusundaki rolüne ilişkin analizlerin temel fikrine dokunmuyor: Türkiye, Arap dünyasındaki imajını, aynı zamanda geniş bölgedeki jeostratejik rolünü de güçlendirmeyi amaçlıyor. Ancak bu amacı bir yana, Türkiye Afrika’da bağımsız bir ekonomik ve diplomatik gündeme sahip ve bu da aktif rol oynaması için itici bir güç oluyor. Tabii bu gündem hedeflerinin, paralel olarak yukarıda sözü geçen amaçların da yerine getirilmesine yardımcı olduğu kolayca anlaşılıyor. "
İNSAN HAKLARITürkiye 1998’de, bir yandan -İsmail Cem’in başlattığı- yeni çok yönlü dış politikanın sonucu olarak, diğer yandan ise 1997'de Lüksemburg’da gerçekleşen Devlet ve Hükûmet Liderleri Zirvesinde AB’ye aday statüsüne geçme başarısızlığı sonucunda, Afrika ülkeleriyle yakınlaşma fikrini daha fazla işlemeye başladı. 1998’de farklı bakanlıkların, müdürlüklerin ve özel sektörün temsilcilerinin katılımıyla Afrika’ya açılmaya yönelik Faaliyet Planı hazırlandı. Afrika’daki Türk büyükelçiler ve Afrika ülkelerinin Türkiye’deki fahri konsolosları da toplantıya katılmışlardı. Planın amacı, Afrika ile siyasi, ekonomik ve diplomatik iş birliğinin geliştirilmesiydi.
Afrika’da diplomatik düzeyde temsil öneriliyordu. Böylece mevcut 12 büyükelçilik dışında Gana, Fildişi Sahili ve Zimbabve’de yeni büyükelçilikler açılması kararlaştırıldı. Bir başka öneri, Ankara’dan ekonomik nedenlerle büyükelçilik açılması mümkün olmayan Afrika ülkelerine doğrudan büyükelçi atanmasıydı. Plan uyarınca Ankara’daki Türk diplomatlar, ikili ilişkileri geliştirmek için dönem dönem özel temsilci olarak Afrika başkentlerine gönderilecekti. Aynı zamanda üst düzey Afrika ülkeleriyle Türkiye’nin üst düzey yetkilileri arasında karşılıklı ziyaretler gerçekleşmesi ve BM’nin Afrika’ya sunduğu teknik ve insani yardım programlarına katılım öngörülüyordu.
Ekonomik alanda da benzeri faaliyetler planlanıyordu. Ticari anlaşmalar ve yatırımları koruma anlaşmaları -örneğin Afrika’ya özel teknik destek fonu oluşturulması- öncelikli yere sahipti. Aynı zamanda Türkiye’nin hem Afrika Kalkınma Bankasına hem de Afrika İthalat ve İhracat Bankasına katılımı ve ayrıca Ortak Girişimcilik Kurulu oluşturulması amaçlanıyordu. Faaliyet Planı ayrıca anlaşmaların imzalanmasıyla kültür ve eğitim alanında iş birliğini ve Afrika Etütleri Enstitüsü kurulmasını öngörüyordu. Askerî alanda da iş birliği, Türkiye’nin BM’nin barış faaliyetlerine katılımını ve Afrikalı yetkililerin de Türkiye’de askerî eğitim almak için davet edilmelerini kapsıyordu.
Bu iddialı planın uygulanması büyük oranda Türkiye’de yaşanan siyasi istikrarsızlık ve 2000-2001 döneminde ülkeyi kasıp kavuran ciddi ekonomik krizden dolayı ertelendi. Yalnızca AK Partinin Recep Tayyip Erdoğan başbakanlığında -güçlü parlamento çoğunluğuyla- iktidar olmasından sonra Türk hükûmeti bu programı uygulamaya geçti.
Türkiye’nin Afrika’ya açılımı, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından önceden ilan edilmişti. Davutoğlu 2001 yılında yayımlanan, “Stratejik Derinlik" adlı kitabında, Türkiye’nin Afrika ülkelerindeki gelişmelere, iki nedenden dolayı karışması gerektiğini ifade ediyor: Zengin yeraltı kaynakları ve Afrika ülkelerinin BM çerçevesindeki gücü. Hatta ilk aşamada bu açılım ekonomik ve kültürel alana yoğunlaşmıştı.
Buna rağmen gerçekte Türkiye’nin yeni Afrika politikası birçok alana yayıldı ve birçok kurumun ürünü oldu. Kalkınma diplomasisi düzeyinde -2003 yılında sonra- Türk İş Birliği ve Kalkınma Ajansının (TİKA) faaliyeti çok önemlidir. TİKA’nın Afrika’da üç adet Program Koordinasyon Bürosu var. Bu bürolar Etiyopya, Sudan ve Senegal’de bulunuyor. TİKA’nın faaliyetleri bir dizi alana yayılıyor: Altyapı inşası projesi, tarım, hayvancılık ve sağlık alanlarına teknik ve malzeme desteği, eğitim alanında iş birliği ve gıda yardımı. Bu faaliyetler -çeşidi ve genişliği nedeniyle- uzun vadeli yararları dışında, Türkiye ile Afrika ülkeleri arasında çok yönlü ve genişletilmiş bir iş birliği için zemin hazırlayan faktörler olarak algılanılabilir. Düşünülecek olursa bu, üst düzey Afrikalı devlet yetkilileri tarafından da doğrulanıyor.
TİKA’nın faaliyetleri dışında Türkiye, Afrika’ya uluslararası organizasyonlar aracılığıyla da yardım sundu. Bunlardan bazıları Dünya Sağlık Örgütü, BM’nin Dünya Gıda Destek Programı ve Kızıl Haç. 2005-2010 yılları arasında Türkiye farklı Afrika ülkelerine, kuraklığın ve diğer doğal felaketlerin sonuçlarını ele almak için 7,5 milyon dolarlık bağışta bulundu ayrıca 2007 yılında ilk defa İstanbul’da Az Gelişmiş Ülkeler toplantısı düzenledi. Toplantıya katılan 49 ülkeden 33’ü Afrika ülkesiydi. Zirve, bu ülkelere yardım amacıyla 20 milyon dolar sundu, bir yıl sonra ise Dünya Gıda Destek Programına 3,5 milyon dolarlık insani yardımda bulundu. Ankara’nın 2009 yılında Afrika Birliği’ne 500 bin dolarlık destek sağladığını ifade etmekte fayda var.
Afrika ülkeleriyle Türkiye arasında din alanında da iş birliğini genişletme konusunda çaba gösterildi. 2006’da İstanbul’da Afrika Kıtasının İslam Ülkeleri ve Toplumları Dinî Liderleri Görüşmesi gerçekleşti ve bu toplantıya 21 ülke katıldı. Liderler, Afrika ülkelerinde Osmanlı-Türk tarzı camiler inşa edilmesi ve uluslararası ilahiyat okulları açılarak İslam etütleri alanında uzun vadeli eğitim iş birliği gerçekleştirilmesi talebinde bulundular. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı bu olumlu talebe yanıt vererek Afrika ülkelerinden gelen imamların eğitimi için burs programı geliştirdi. Bu program çerçevesinde Türkiye 2009’da -Afrika’daki büyükelçilikleri aracılığıyla- 300 Müslüman öğrenci davet etti.
Diplomatik düzeyde de benzeri bir hareketlilik yaşandı. Türkiye 2005 yılını “Afrika yılı” ilan etti. Aynı yılın mart ayında ise Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Etiyopya ve Güney Afrika’yı ziyaret etti. İlk defa bir Türk Başbakan ekvatorun güneyindeki bir Afrika ülkesini ziyaret ediyordu. Ayrıca aynı yıl Türkiye, Afrika Birliğinde gözlemci statüsüne sahip oldu, 2008 Ocağında ise Birlik, Türkiye’yi “stratejik ortak” ilan etti. Afrika Birliğinin Japonya, Hindistan, İran, Güney Kore, Güney Amerika, AB ve Çin ile stratejik ittifakları olduğu göz önünde bulundurulursa hiç şüphesiz bu, çok önemli bir gelişmeydi. Kanada ve ABD’nin stratejik ortaklık yapma talepleri hâlâ görüşülüyor. Aynı yılın ağustos ayında “Ortak Gelecek İçin Dayanışma ve İş Birliği” başlığı altında Türkiye-Afrika İş Birliği Zirvesi gerçekleştirildi. Zirveye Afrika Birliği üyesi 50 ülke katıldı. Ayrıca toplantının 2013’te çalışmalarını bir Afrika ülkesinde tekrarlaması kararlaştırıldı.
Türkiye’nin Afrika ile olan iş birliği ekonomik alana da yayıldı. Türkiye 2008 Mayısında Afrika Kalkınma Bankası’na üye oldu ve aynı zamanda Doğu Afrika Kalkınma Yönetimi ve Batı Afrika Devletleri Ekonomi Topluluğuyla ilişkilerini güçlendirdi. Buna paralel olarak Türkiye Dış Ekonomi İlişkileri Kurulu (DEİK), Ankara’nın Afrika’daki faaliyetlerini artırma çabaları çerçevesinde sekiz girişimcilik kurulu kurdu. Bu kurullar Etiyopya, Mısır, Cezayir, Libya, Fas, Güney Afrika, Sudan ve Tunus’ta faaliyet gösteriyor. Türkiye 2008’de girişimcilik alanında faaliyetlerini hızlandırmak için Afrika’daki 12 büyükelçilik dışında 15 yeni büyükelçilik daha açmaya karar verdi. Bir sonraki yıl hükûmet, belirlenmiş ülkelerdeki büyükelçiliklerin faaliyete geçmesi için sekiz yeni büyükelçi tayin etti. Şu an üç yeni büyükelçiliğin açılması işlemleri tamamlandı, yedi büyükelçiliğin açılmasına dair görüşmeler devam ediyor.
Aşağıdaki cetvelden de belli olduğu üzere ticari alışveriş endeksleri de Afrika’ya açılımın Türk ekonomisi üzerindeki olumlu etkilerini gösteriyor:
Türk İhracatları Türk İthalatları
Yıl/Bölge 1999 2009 (milyon dolar) 1999 2009 (milyon dolar)
------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kuzey Afrika 1.344 7.447 1.404 3.542
Sahraaltı Afrika 311 2.732 283 2.158
Toplam 1.655 10.179 1.687 5.700
1999 yılında Türkiye’nin Kuzey Afrika’ya ihracatı 1.344 milyon, ithalatı ise 1.404 milyon dolardı ve 60 milyon dolar bir açık vardı. 2009 yılında bu rakam 7.447 milyon dolara çıktı. Bu demektir ki 10 yıl içinde 5,5 misli arttı. Bu ülkelerden ithalat hacmi ise 3.542 milyon dolara ulaşarak, 3.905 milyon dolar fazlalık yarattı. Türkiye’nin Sahra’nın altında kalan Afrika bölgesiyle alışverişi de buna benzer. 1999 yılında Türkiye’nin bu bölgelere ihracatı 311 milyon dolar iken 2009 yılında 2.732 milyon dolara ulaştı, başka bir ifadeyle dokuz kat arttı. Buna karşılık ithalat 1999 yılında 283 milyon dolar iken 2009 yılında 2.158 milyon dolara ulaşarak, 1999 yılının 28 milyon fazlalığına karşılık 574 milyon dolar fazlalık yarattı. Genel görüntü iyi bir örnek veriyor: Afrika kıtası kapsamında Türkiye’nin 1999 yılındaki dış ticaret dengesinde açık 32 milyon dolardı. 10 yıl sonra bu denge tamamen değişmiş 4.479 milyon dolar fazlalık sağlamıştı. Afrika piyasasının Türkiye’ye geniş ekonomik perspektifler sağladığı anlaşılıyor. Örneğin 2010 Kasımında Fransa, ticarette Çin’e karşı rekabet amacıyla, Türkiye ile Afrika’ya yönelik ortak ticaret iş birliği niyetini açıkladı.
Siyasi düzeyde Türkiye-Afrika iş birliğinin meyvesi Afrika ülkelerinin büyük çoğunluğunun 2008 yılında, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine adaylığını desteklemesi oldu. Zaten uzun vadede Türkiye, BM gibi uluslararası forumlarda iş birliğinde, bölgesel ve dünya konularında görüş teatisinde bulunacağını ümit ediyor.
--Örnek Olarak Sunulan Bazı Sonuçlar--
Afrika kıtasındaki Arap ülkelerinde bugün yaşanan gelişmeler -temel referans noktası Libya-, Türkiye’nin bölgedeki rolüyle ilgili diyaloğu yine ön plana çıkardı. Türkiye’nin yerleşmiş demokratik kurumları ve Avrupa yönlü bir İslam ülkesi olarak Arap dünyası için etkin siyasi bir model olabilmesi durumu da ayrıca temel bir soru oluşturuyor.
Aslında Türkiye’nin etkin model fikri, açıklamalar düzeyinde iyi çalışıyor ancak uygulamadaki işlevselliği oldukça şüpheli. Arap dünyasındaki düşünce tarzları ve bu tür bir perspektife karşı engelleyici rol oynayan hâkim sosyal ve siyasi iktidar grupları bir yana, ideolojik bir “transplantasyonun” zayıflığı defalarca kanıtlanmış durumda. Arap dünyasının bir kısmında bugün olanlar elbette kurulu düzenle bir bakıma ipleri koparmak demektir fakat güvenilir öngörülerde bulunmak için hâlâ çok erken. Türkiye’nin bir nevi kültürel etkisi olabileceğini kabul etsek dahi bu, Afrika kıtasında özellikle güçlü bir ekonomik ve diplomatik varlığın etkisi sayesinde olacak.
Türkiye’nin özellikle 2002 yılından sonra uyguladığı Afrika politikası, bu kıtaya jeostratejik etkisini yayma yönündeki net iradesinin bir ifadesidir. Ekonomik faaliyetleri ve siyasi yaklaşımı bugüne kadar başarılıydı. Bu girişimlerin uzun vadeli olduğu tespiti daha da önemli: Birçok alanda, siyasi, diplomatik, kültürel ve ekonomik alanlarda güçlü bir iş birliğinin temellerini atmayı amaçlıyorlar. Bu, Türkiye’nin geniş bölgedeki rolünü de güçlendirecektir.
Libya’ya uluslararası müdahale konusundaki Ankara’nın genel tutumu ve özellikle Libya halkı lehine “yüksek sesli” açıklamaları, Türkiye’nin özellikle bundan sonra şekillenecek duruma ilgisi çerçevesinde yorumlanmalıdır. Arap ülkelerinde yerleşmiş çıkarları, -bir dereceye kadar Ankara’nın uyguladığı Afrika politikasının ürünü- Türkiye’nin bu alanda gelecekte de güçlü olma amacının kesin bir belirtisidir. Zaten diplomasi ve işletme alanında Türkiye’nin Afrika’daki varlığı arttıkça müdahale gücünün de artacağı aşikârdır.
Bölgede Türk işletmeciliğinin güçlenmesini olumlu yönde etkileyen iki faktör var: Birincisi Türkiye’nin bu kıtada sömürgeci geçmişinin olmamasıdır. Bu gerçek ve Türk tarafının eşit düzeyde iş birliğinden yana olduğunu vurgulaması, iş birliğinin Afrikalı liderler tarafından olumlu karşılanmasında büyük rol oynadı. İkinci faktör, Ankara’nın Afrika yönündeki yeni politikasının petrol konusuyla ilgisi olmayan ekonomik alanlara dayanmasıdır. Petrol konusu nasıl olsa uluslararası güçlerin var olan krize karışmalarının en önemli nedeni ve Arap toplumlar arasında kaygılara neden oluyor. Bu bağlamda Türkiye’nin, kazandıklarını krizden sonra da sürdürmesi doğaldır.
Bu tespitler, Türkiye’nin Libya konusundaki rolüne ilişkin analizlerin temel fikrine dokunmuyor: Türkiye, Arap dünyasındaki imajını, aynı zamanda geniş bölgedeki jeostratejik rolünü de güçlendirmeyi amaçlıyor. Ancak bu amacı bir yana, Türkiye Afrika’da bağımsız bir ekonomik ve diplomatik gündeme sahip ve bu da aktif rol oynaması için itici bir güç oluyor. Tabii bu gündem hedeflerinin, paralel olarak yukarıda sözü geçen amaçların da yerine getirilmesine yardımcı olduğu kolayca anlaşılıyor. "
Birleşmiş Milletlerin en büyük başarılarından biri, bütün uluslarca kabul edebilecek ve tüm insanlarca arzu edilen ve uluslararası ölçekte korunan evrensel bir yasa niteliğinde kapsamlı bir insan hakları hukuku çatısı kurmasıdır. Birleşmiş Milletler uluslararası ölçekte kabul edilen geniş kapsamlı bir ekonomik, sosyal ve kültürel haklar ve siyasi ve medeni haklar dizisi tanımlamıştır. Aynı zamanda bu hakları teşvik edecek ve koruyacak mekanizmalar kurmuş ve hükümetlere insan haklarının korunması hususundaki sorumluluklarını yerine getirmelerinde yardımcı olmuştur.
Söz konusu yasal çatının temelleri BM Genel Kurulunca sırasıyla 1945 ve 1948’de kabul edilmiş olan Birleşmiş Milletler Antlaşması ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesidir. O zamandan bu yana BM; kadınlar, çocuklar, engelliler, azınlıklar, göçmen işçiler ve benzeri savunmasız grupları da kapsamına alan onlara özgü standartları kapsayacak şekilde kademeli olarak insan hakları hukukunu genişletmiştir. Böylelikle bu gruplar yaşadıkları toplumlarda uzun yıllardır sürmekte olan ayrımcı uygulamalardan korunacak haklara sahip olmuşlardır.
İnsan hakları, Genel Kurul’un çığır açan kararları sayesinde genişletilerek evrenselliğin, bölünmezliğin ve kalkınma ve demokrasi kavramlarının ilişkisi sağlanmıştır. BM’nin eğitim programları ve teknik desteği aracılığıyla sayısız ulusal hukuki ve cezai sistem güçlendirilirken, eğitim kampanyaları aracılığıyla dünya kamuoyu ellerinden alınamayacak hakları konusunda bilgilendirilmiştir. Devletlerin insan hakları anlaşmalarına riayetini denetleyici BM mekanizması üye devletler arasında dikkate değer tutarlılık ve ağırlık kazanmıştır.
BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, dünyadaki tüm insanların haklarının korunması ve teşvik edilmesi konusundaki BM’nin çabalarını güçlendirmek ve işbirliğini sağlamak için çalışmaktadır. Genel Sekreter barış ve güvenlik, kalkınma, insani yardım ve ekonomik ve sosyal konular gibi temel alanlarda örgütün çalışmalarını birleştiren ana tema olarak insan hakları temasını seçmiştir. BM’nin her kuruluşu ve özel ajansı insan haklarının korunmasına bir şekilde dâhildir.
İnsan Hakları ile İlgili Mevzuat ve Standartlar
BM’nin kurulduğu 1945 tarihli San Francisco Konferansı'nda, küçük ülkelerin hükümet heyetleri ile güçlerini birleştirmiş olan kadınları, sendikaları, etnik ve dini grupları temsil eden 40 kadar sivil toplum örgütü, insan hakları konusunda diğer devletlerce önerilen kurallara daha açık bir dil getirilmesi konusunda baskı yapmışlardır. İzledikleri kararlı lobicilik faaliyeti sonucunda 1945 savaş sonrası döneminde uluslararası yasalara temel olan Birleşmiş Milletler Antlaşması’na insan hakları konusunda bazı ilave şartlar konulmuştur.
Böylece, Antlaşma’nın Önsözü “insanın temel haklarına, insanın haysiyet ve değerine, erkek ve kadınların eşitliğine ve küçük büyük tüm ulusların eşitliğine olan inancı” açıkça teyit etmektedir. I. Maddede belirtildiği üzere Birleşmiş Milletler'in dört ilkesel görevinden biri “ırk, cinsiyet, dil veya din ayrımı yapmadan herkes için insan hakları ve temel özgürlüklere saygıyı” teşvik etmektir. Diğer fıkralar da uluslararası alanda insan haklarına saygının sağlanması için devletleri BM ile ortak hareket etmek konusunda bağlamaktadır.
Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmesi
Birleşmiş Milletler kurulduktan üç yıl sonra, “tüm halklar için ulaşılması gereken ortak standartlar” oluşturulması niyetiyle Genel Kurul, çağdaş insan hakları hukukunun dayandığı esas olan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin temel taşlarını koymuştur. Bu beyannamenin kabul edildiği 10 Aralık 1948 tarihi, günümüzde tüm dünyada Uluslararası İnsan Hakları Günü olarak bilinmektedir. Beyannamenin 30 maddesi her ülkedeki insanların temel, medeni, kültürel, ekonomik, siyasi ve sosyal haklarından bahsetmektedir .
Evrensel Beyanname birçok bilim adamı tarafından uluslararası hukuk anlamında kabul görür zira geniş kapsamlı olarak kabul edilmiştir ve ülkelerin işleyişinin ölçüsü olarak kullanılmaktadır. Bağımsızlığını yeni kazanan birçok ülke temel hukuk veya anayasalarında Evrensel Beyanname’nin maddelerine yer vermişlerdir.
Birleşmiş Milletler himayesinde müzakere edilen yasal açıdan bağlayıcı ve en kapsamlı insan hakları antlaşmaları Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmeleri ile Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmeleridir. Genel Kurulca 1966’da kabul edilen bu antlaşmalar, Evrensel Beyanname’de yer alan hakları taraf devletlerin itaatinin komitelerce denetlendiği yasal açıdan bağlayıcı taahhütlere çevirerek Beyanname'nin şartlarını bir adım ileri götürmüştür.
Evrensel Beyanname, İnsan Hakları Uluslararası Sözleşmesi ve Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne Ek Protokoller ile birlikte Uluslararası İnsan Hakları Kanununu oluşturmaktadır.
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar
148 devletin taraf olduğu Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi 1976’da yürürlük kazanmıştır. Sözleşmede teşviki ve korunması amaçlanan insan haklar şunlardır:
- Adil ve
elverişli koşullarda çalışma hakkı
- Sosyal korunma
hakkı, uygun hayat standardı ve ulaşılabilir en yüksek fiziksel ve
zihinsel iyilik standartları hakkı
- Eğitim ve
kültürel özgürlük ve bilimsel gelişmenin nimetlerinden faydalanma hakkı
Medeni ve Siyasi Haklar
Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve onun Birinci Ek Protokol'ü 1976’da yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeye 151 devlet taraf olmuştur.
104. protokol :
- Sözleşme
seyahat özgürlüğü; hukuk önünde eşitlik; adil yargılanma ve suçu
ispatlanıncaya kadar masum kabul edilme hakkı; düşünce, vicdan ve din
özgürlüğü; ifade ve fikir özgürlüğü; barışçıl toplanma ve dernek kurma
özgürlüğü; kamu hizmetlerine ve seçimlere katılma ve azınlık haklarının
korunması gibi hakları ele almaktadır.
- Sözleşme
gelişigüzel biçimde hayat hakkından yoksun bırakmayı; işkence, zalim veya
haysiyet kırıcı muamele ya da cezayı; kölelik ve zorla çalıştırılmaya;
gelişigüzel tutuklamayı veya alıkoymayı; kişisel dokunulmazlığa,
gelişigüzel özel hayatın gizliliğine müdahaleyi; savaş propagandasını ve
ırksal ya da dinsel nefret yayan görüşlerin savunulmasını yasaklamaktadır.
Sözleşme aynı zamanda, taraf devletlerin Sözleşme şartlarının uygulanması için aldıkları önlemlere dair belirli zamanlarda sunulan raporları değerlendiren 18 üyelik İnsan Hakları Komitesi kurmuştur. Bu komite ayrıca, Birinci Ek Protokole taraf olan devletler açısından, Sözleşmede öngörülen haklardan herhangi birinin ihlali kurbanı olduklarını ileri süren bireylerden gelen şikâyetleri ele almaktadır. Komite bu tür şikâyetleri her tür belgenin gizli tutulduğu kapalı oturumlarda ele almaktadır. Ancak, bu toplantılar sonucunda Komite'nin ulaşmış olduğu bulgular kamuoyuna açıklanmakta ve Komitenin Genel Kurul’a sunduğu yıllık raporlarda da yer almaktadır.
Diğer Sözleşmeler
Evrensel Beyanname, Birleşmiş Milletler bünyesinde çeşitli konuları şekillendirilen 80’e yakın sözleşme ve beyannameye ilham kaynağı olmuştur. Bunlardan yedisinin taraf devletlerce uygulanışı denetlenmektedir. Devletler bu antlaşmalara taraf olduklarında, insan haklarına dair kendi yasal düzenlemelerinin ve uygulamalarının bağımsız uzmanlar heyetleri tarafından incelenmesine onay vermiş olmaktadırlar.
- İkinci Dünya
Savaşı’nın mezalimlerine karşı doğrudan bir tepki olan Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme (1948) soykırım suçunu ulusal,
etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu yok etme amaçlı belli eylemlerin
gerçekleştirilmesi olarak tanımlamakta ve devletlere bu suçun faili olduğu
iddia edilen kimseleri adalet önüne getirme yükümlülüğü getirmektedir.
- Mültecilerin Statüsüne
Dair Sözleşme (1951) başta
risk altında oldukları ülkelere zorla geri gönderilmeme hakkı olmak üzere
mültecilerin haklarını tanımlamakta ve onların gündelik yaşamlarını
çeşitli yönlerden ilgilendiren çalışma, eğitim, kamusal yardım, sosyal
güvenlik ve seyahat özgürlüğü için gerekli belgelere ulaşma gibi haklara
dair şartlar getirmektedir. Bu sözleşmeye 142 devlet taraftır. 141 üye
devletin taraf olduğu Mültecilerin Statüsüne Dair Protokol(1967),
esasen İkinci Dünya Savaşı mültecileri için düzenlenmiş olan Sözleşmenin
evrensel düzeyde uygulanmasını temin etmeye yöneliktir. Toplamda 145
devlet bu belgelerin birine ya da her ikisine onay vermiştir.
- Her Tür Irksal
Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına dair Sözleşme (1966)
169 üye devlet tarafından kabul edilmiştir. Irksal ayrımcılık temeline
dayanan her tür üstünlük politikasının kabul edilemez, bilimsel açıdan
yanlış olduğuna ve ahlaken ve hukuken mahkûm edildiğine dair bir ana
maddeyle başlayan Sözleşme, “ırksal ayrımcılığı” tanımlamakta ve taraf
devletleri bu suçu yasal alanda ve uygulamada ortadan kaldırma yükümlülüğü
ile bağlamaktadır. Sözleşme aynı zamanda, taraf devletlerin hazırladığı
raporları ve sözleşme maddelerinin herhangi birinin ihlal edildiğine dair
bireysel şikâyetlere imkân tanıyan Sözleşme Ek Protokolünü kabul etmiş
olan devletlerin vatandaşlarından gelen bireysel şikâyetleri ele alan Irksal Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi isimli bir denetleme heyeti
oluşturmuştur.
- 175 devletin
taraf olduğu Kadınlara Yönelik Her Tür Ayrımcılığın
Ortadan Kaldırılmasına dair Sözleşme (1979) ise, kadınların hukuk
önünde eşitliğini teminat altına almakta olup siyasal ve kamusal yaşam,
milliyet, eğitim istihdam, sağlık, evlilik ve aile hayatı alanlarında
kadınlara yönelik ayrımcılığın yok edilmesi için belli tedbirler
getirmektedir. Sözleşmenin uygulanışını denetlemek ve taraf devletlerden
gelen raporları değerlendirmek amacıyla Sözleşme, Kadınlara Yönelik Her Tür Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması
Komitesini oluşturmuştur. 59 devletin taraf olduğuSözleşme Ek Protokol’u bireylere Sözleşmenin ihlaline
dair Komite'ye şikâyette bulunma hakkı tanımaktadır.
- 134 devletin
taraf olduğu İşkence ve diğer İnsanlık dışı ya da
Aşağılayıcı Muamele veya Cezaya karşı Sözleşme (1984) işkenceyi
uluslararası bir suç olarak tanımlayarak taraf devletleri bu suçu
önlemekle ve faillerini cezalandırmakla sorumlu tutmaktadır. Sözleşmeye
göre, işkenceyi haklı göstermek için ne istisnai koşullara başvurulabilir
ne de bir işkencecinin suçu emir altında işlemiş olduğuna dair savunması
haklı bulunabilir. Sözleşmece oluşturulmuş olan denetleme kurumu,İşkenceye Karşı Komite,
taraf devletlerin raporlarını inceler; bu prosedüre işkenceyi haklı
gösteremez onay vermiş olan devletlerin vatandaşlarının bireysel
şikâyetlerini kabul eder ve değerlendirir; ayrıca işkence uygulamasının
ciddi seviyede ve sistematik olduğunu düşündüğü ülkeler hakkında
soruşturma başlatabilir.
- Çocuk Hakları Sözleşmesi (1989)
çocukların özel hassasiyetini tanıyarak kapsamlı bir yasada çocuklar için
insan haklarına dair her kategoride koruma sağlamaktadır. Sözleşme
çocuklara karşı ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını temin etmekte ve
çocukların üstün çıkarlarının tüm eylemlere rehberlik etmesi gerektiğini
belirtmektedir. Mülteci, engelli ya da azınlık mensubu olan çocuklara özel
bir önem verilmektedir. Sözleşmeye taraf devletler çocukların hayatta
kalması, gelişimi, korunması ve katılımı için teminatlar sağlama yükümlülüğü
altındadır. 192 devletin taraf olduğu bu sözleşme en geniş ölçüde
onaylanmış antlaşmadır. Sözleşmece kurulan Çocuk Hakları Komitesi,sözleşmenin
uygulanışını denetleyerek taraf devletlerce sunulan raporları
değerlendirir.
- Göçmen İşçilerin ve
Ailelerinin Haklarının Korunmasına dair Uluslararası Sözleşme (1990), yasal
ya da yasadışı, tüm göçmen işçilerin göçmenlik süreçleri boyunca tabi
olacakları temel haklar ve ilkeleri ve onları korumak için alınması
gereken tedbirleri tanımlamaktadır. 1 Temmuz 2003’te yürürlüğe giren
sözleşmeye 24 devlet taraftır. Sözleşmenin denetleyici kurumunun, Göçmen İşçiler Komitesi, ilk defa Mart 2004’te
toplanmıştır.
İnsan Haklarıyla İlgili Standartlar
Birleşmiş Milletler insan haklarının korunmasına dair ilaveten başka birçok standart ve kural getirmiştir. Bu “beyannameler”, “işleyiş kuralları” ve “ilkeler” devletlerin taraf olduğu antlaşmalar değildir. Bununla beraber, önemli ölçüde devletler tarafından titizlikle şekillendirildikleri ve uzlaşma ile kabul edildikler için ciddi bir etkiye sahiptirler. Başlıcaları şu belgelerdir:
- Din ve İnanç Temelli Her
Tür Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Yok Edilmesine dair Beyanname(1981) herkesin
düşünce, din ve vicdan özgürlüğünün ve din ya da başka inançlar temelinde
ayrımcılığa uğramama hakkının altını çizmektedir.
- Kalkınma Hakkı
Beyannamesi (1986)
kalkınmayı “sayesinde bütün insanların ve halkların, insan hakları ve
özgürlüklerin bütünüyle yaşama geçirilebildiği ekonomik, sosyal, kültürel
ve siyasal kalkınmaya katılma, katkı koyma ve böyle bir kalkınmadan
faydalanma hakkını elde ettiği devredilemez bir insan hakkı” olarak
tanımlamaktadır. Ayrıca, “eşit kalkınma imkanlarının her ulusa ve bireye
ait bir ayrıcalık” olduğunu ifade etmektedir.
- Ulusal veya Etnik,
Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Haklarına İlişkin Beyanname (1992) azınlıkların kendi
kültürlerini yaşama, kendi dinlerini açıklama ve tatbik etme, kendi
dillerini kullanma ve kendi ülkeleri de dahil olmak üzere herhangi bir
ülkeyi terk etme ve kendi ülkelerine geri dönme gibi haklarını ilan
etmektedir. Devletlere de, bu hakları teşvik etmeleri ve korumaları
çağrısında bulunmaktadır.
- İnsan Hakları
Savunucularına dair Beyanname (1998)
dünyadaki bütün insan hakları eylemcilerinin çalışmalarını teşvik etmeyi
ve korumayı amaçlamaktadır. Herkesin, bireysel olarak ya da bir örgütlenme
içinde, ulusal ve uluslararası düzeylerde insan haklarının teşviki ve
korunması için çaba gösterme ve insan hakları ihlallerine karşı barışçıl
eylemlere katılma hakkını önemle belirtmektedir. Ayrıca, devletlerin de
insan hakları savunucularını her tür şiddet, tehdit, misilleme, baskı ve
benzeri keyfi eylemden koruma yükümlülüğünün altını çizmektedir.
İnsan Hakları Konseyi
İnsan Hakları Konsey’i Birleşmiş Milletler’in insan haklarını teşvik ve korumayı üstlenmiş ana kuruluşudur. İnsan Hakları Komisyonu 60 yıllık başarılı bir şekilde işlevini yerine getirdikten sonra Genel Kurul tarafından 15 Mart 2006 tarihinde söz konusu komisyonun yerini almak üzere İnsan Hakları Konseyi kurulmuştur. Konsey, genel olarak izlenecek politikalar için yol gösterir; insan hakları sorunlarını inceler; yeni uluslararası normlar geliştirir ve dünya genelinde insan haklarının uygulanışını gözlemler. Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın insan hakları politikasının belirleyicisi olan Konsey dünya üzerindeki her uygun gördüğü yerde insan hakları sorununu gündeme getirmek ve devletlerden, STK’lar ve diğer kaynaklardan gelen bilgileri incelemekle yetkilidir.
Konsey, devletlerin, sivil toplum örgütlerinin, hükümetlerarası kuruluşların insan hakları konusundaki görüşlerini dile getirmeleri için bir forum görevi üstlenmiştir. Konsey’in 47 üyesi Genel Kurul’da gizli oylama ile 192 üyenin oylarının çoğunluğu neticesinde seçilir. Üyelik 3 yıllıktır; bir üye sadece iki dönem üst üste üyelik yapabilir.
Bütün üye devletlerden Konsey ile tam olarak iş birliği içinde olmaları ve insan haklarının korunması ve geliştirilmesindeki çıtalarının yüksek olması beklenir. Konsey üye ülkelerdeki insan hakları uygulamalarını dönemsel olarak inceleyebilir. İnsan haklarını sistemli ya da kapsamlı biçimde ihlal eden üyeler hakkında Kurul’daki mevcut üyelerin üçte-iki oyuyla üyelikleri askıya alınabilir.
Altı haftalık oturumlarla yılda bir kez toplanan Komisyon’dan farklı olarak, İnsan hakları Konseyi, insan hakları konusunda bir kriz yaşandığında toplanabilmektedir. Yıl içinde toplamı 10 haftayı bulan üç oturum düzenlenir ve acil durumlarda üyelerinin üçte-iki çoğunluğu ile toplantılar gerçekleştirilir.
İnsan Hakları Konsey’i, Eski Komisyon’un aldığı kararları üstlenerek bunlara özel prosedürler ve çeşitli tematik çalışma grupları, İnsan Haklarını Koruma ve Geliştirme Alt Komisyonu ve resmi şikayetler prosedürlerini de ilave etmiştir. Devletler ve STK’lar bazı endişelerini Konsey’e sunarlar ve ilgili hükümetler de bu konulara yanıt verme durumunda kalırlar. Buna cevaben de Konsey, uzmanlar veya müfettişleri görevlendirerek hükümetlerle görüşmeleri teşvik ve yardım tedarik eder; ortaya çıkan ihlalleri kınar.
Konsey, çok ciddi olduğunu düşündüğü konular için uzmanlar grubundan (çalışma grubu) veya bireysel kişilerden (bağımsız bir raportör veya temsilci) bir inceleme talep edebilir. Bu uzmanların verdikleri bilgilere istinaden ilgili hükümetlere çağrı yaparak değişmesi gereken durumları bildirir.
İnsan Haklarının Teşviki ve Korunması Alt Komisyonu (önceki adı Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu idi), eski Komisyon tarafından 1947 yılında kurulmuştur. Her yıl bir kez toplanan bu komisyonun 26 üyesi vardır ve bu şahıslar hükümetlerin temsilcisi olarak değil de kendi uzmanlık konularında bireysel olarak görev yaparlar. Başlangıçta yalnızca ayrımcılık ve azınlıkların korunması konularıyla ilgilenen Alt Komisyon, zaman içinde insan hakları alanındaki birçok konuyu da çalışma alanına eklemiştir. Özellikle yasal kuralların geliştirilmesiyle ilgili olarak birçok çalışma gerçekleştirerek bunları Konsey’e tavsiye niteliğinde sunmuştur. Bu çalışmalarda STK’lar da yer almıştır. İnsan Hakları Konseyi Danışma Kurulu 2009 yılında Alt Komisyon’un yerini almaya hazırlanmaktadır.
Genel Kurul, 2011 yılında, İnsan Hakları Konseyi Danışma Kurulu’nun çalışmalarını ve işlevini -kuruluşundan beş yıl sonra- denetleyecektir ve bunun neticesine göre de statüsünün yükseltilerek BM’in temel birimlerinden biri haline gelebilmesi olasılığı mümkün olacaktır.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Birleşmiş Milletler'in insan haklarıyla ilgili faaliyetlerinde baş sorumluluğa sahip olan memurudur. Dört yıllık dönemler için atanılan Yüksek Komiser, herkesin insan haklarının tümünden etkin biçimde faydalanmasını teşvik ve temin etmek; BM bünyesi içinde insan hakları ile ilgili faaliyetleri artırmak ve işbirliğini saptamak; yeni insan hakları standartlarının geliştirilmesine yardımcı olmak ve insan hakları antlaşmalarının tasdikini teşvik etmek gibi birçok sorumlulukla görevlendirilmiştir. Yüksek Komiser ayrıca, ciddi insan hakları ihlallerine karşı tepki vermek ve önleyici eylemlerde bulunmakla da yetkilidir.
Güney Afrikalı insan hakları savunucusu ve hukukçu Pillay, 30 Haziran 2008`de boşalan İnsan Hakları Yüksek Komiserliği görevine geldi. Louise Arbour’ın yerine BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un tavsiyesi ve Genel Kurul'un aldığı karar ile Pillay 2008 Eylül ayında resmen yeni görevine atanmış oldu. Daha önce Uluslararası mahkeme yargıcı olarak görev yapan Pillay, 2003`ten bu yana Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde yargıç olarak görev yapıyordu. Pillay ayrıca Ruanda’da soykırım sorumlularının yargılamak üzere 1995 yılında kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesinin de başkanlığını yürütmüştü. Pillay, insan hakları konusunda yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Hukuk hayatına insan hakları savunucu grupların avukatlığını yaparak başlayan Pillay, ayrıca, Güney Afrika’da Yüksek Mahkeme'ye atanan ilk siyah kadın oldu. Pillay, Güney Afrika’daki ırkçı rejim dönemlerinde yaşananlara bire bir tanık olduğunu, bu nedenle ırkçılık ile mücadelenin ne anlama geldiğini çok iyi bildiğini belirtiyor.
Genel Sekreter'in talimat ve yetkisi altında Yüksek Komiser, İnsan Hakları Komisyonu'na ve Ekonomik ve Sosyal Konsey (ECOSOC) vasıtasıyla da Genel Kurul'a rapor sunar. İnsan haklarına saygıyı temin etmek ve ihlalleri önlemek amacıyla Yüksek Komiser hükümetlerle diyalog içinde bulunur. Bunların yanında, BM bünyesi içinde insan hakları mekanizmasını daha etkin ve verimli hale getirebilmek için söz konusu mekanizmayı güçlendirmeye ve basitleştirip işlerlik kazandırmaya çalışır.
İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Ofisi (OHCHR) insan haklarına dair BM faaliyetlerinin odak noktasıdır. Bu makam, İnsan Hakları Komisyonu, antlaşma ile kurulmuş kurumlar (antlaşmalara riayeti denetleyen uzman komiteleri) ve BM bünyesindeki öteki insan hakları organları için bir sekretarya işlevi görür. Ayrıca, insan hakları konusunda saha çalışmaları yürütür; tavsiyelerde ve teknik yardımda bulunur. Düzenli bütçesine ek olarak, bu makamın faaliyetlerinin bir kısmı bütçe dışı kaynaklardan finanse edilir.
Yüksek Komiser, BM Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), BM Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO), BM Kalkınma Programı (UNDP), BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) ve BM Gönüllüleri (UNV) gibi insan hakları ile ilgilenen öteki BM kurumları ile işbirliği ve koordinasyonu kurumsallaştırmak için belirli adımlar atmıştır. Komiserlik Makamı benzer şekilde, BM Sekretaryasının bölümleri ile de yakın işbirliği içinde barış ve güvenlik alanlarında da faaliyet göstermektedir. Ofis ayrıca Inter-agency Standing Komitesi’nin bir parçası olarak acil insani yardımlara olan uluslararası tepkiyi kontrol eder.
Eğitim ve bilgi. Birleşmiş Milletler için eğitim, temel bir insan hakkıdır ve insan haklarının teşvikinde en etkili araçlardan biridir. Resmi ya da gayri resmi şekilde yapılan insan hakları eğitimi yaratıcı öğretme yöntemleri, bilginin yayılması ve tutumların değiştirilmesi vasıtasıyla evrensel bir insan hakları kültürüne ulaşmak için çalışmaktadır.
BM İnsan Hakları Eğitimi için On yıl (1995–2004) küresel bir insan hakları kültürünü geliştirmeyi ve dünya çapında insan haklarına ilişkin farkındalığı artırmayı hedeflemektedir. Bu çalışma şimdiden 40 kadar ülkenin insan hakları eğitimlerini, konuyu okul müfredatlarına taşımak gibi yollarla, geliştirmelerini sağlamıştır. Benzer biçimde birçok ülke, insan hakları eğitimini geliştirme çabalarına ulusal eylem planları hazırlayarak ulusal kurumları aracılığıyla katılmıştır.
İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi
İnsan haklarının teşviki ve korunmasında BM’nin faaliyetlerinin rolü ve çapı genişlemeye devam etmektedir. BM’nin faaliyetlerinin esas amacı, BM Antlaşması’nda yazıldığı üzere “Birleşmiş Milletler'in halkları”nın onuruna eksiksiz saygıyı temin etmektir. Birleşmiş Milletler, uluslararası mekanizması aracılığıyla, pek çok cephede çalışmaktadır:
- Küresel vicdan olarak- Birleşmiş
Milletler, devletlerin davranışları için kabul edilebilir, makul,
uluslararası davranış standartları belirlemiştir. Genel Kurul’da hazırlanan
çeşitli bildirge ve sözleşmeler vasıtasıyla, insan hakları ilkelerinin
evrenselliği işaret edilerek, bu standartları tehdit eden uygulamalara
karşı bütün dünya uyarılmıştır.
- Yasa yapıcı olarak - Birleşmiş
Milletler uluslararası hukukun daha önceden yapılmamış bir şekilde
kanunlaştırılmasında güdümleyici rol oynamıştır. Bu sayede kadınlar,
çocuklar, mahkumlar, tutuklular ve zihinsel engeller gibi grupların insan
hakları ve de soykırım, ırksal ayrımcılık ve işkence gibi ihlaller
öncesinde neredeyse tümüyle hususi olarak devletlerarası ilişkilere
odaklanan uluslararası hukukun temel özelliklerinden biri haline
gelmiştir.
- Denetleyici olarak - Birleşmiş
Milletler insan haklarının tanımlanmaktan öte korunmasını teminat altına
almada esaslı bir rol oynamaktadır. Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar
ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmeleri (1966) uluslararası
kurumları, devletlerin yükümlülüklerine nasıl ve ne ölçüde uyumlu
yaşadıklarını denetlemekle yetkilendiren antlaşmaların ilk
örneklerindendir. İnsan Hakları Komisyonu'nun oluşturduğu antlaşma
kurumları, özel raportörler ve çalışma gruplarının her biri uluslararası
standartlara uyumu denetleyen ve ihlal iddialarını soruşturan prosedür ve
mekanizmalara sahiptirler. Onların özel durumlara ilişkin almış oldukları
kararlar, ancak pek az hükümetin karşı gelmek isteyeceği ahlaki bir
ağırlık taşımaktadır.
- Soğukkanlılık merkezi
olarak - OHCHR insan
hakları ihlali iddialarına ilişkin grup ve bireylerden duyumlar
almaktadır. Her yıl 100,000’den fazla şikayet alınmaktadır. OHCHR
anlaşmalar ve önergelerle getirilen uygulama prosedürleri ışığında
kendisine ulaşan haberler için uygun BM kurumları ve mekanizmalarına
başvurur. Acil müdahale istekleri faks (41-22-917-9022) ve e-posta yoluyla
(tb-petitions@ohchr.org) OHCHR’ye ulaştırılabilir.
- Savunucu olarak – Bir raportör ya
da bir çalışma grubunun başkanı işkence veya ilerde olabilecek
mahkemelerin yetkisi dışında bir infaz gibi ciddi bir insan hakları
ihlalinin gerçekleşmek üzere olduğunu öğrenirse, ilgili devlete durumun
aydınlatılmasını ve iddia sahibi mağdurun haklarının korunması garantisini
talep eden acil bir mesaj ulaştırır.
- Araştırmacı olarak - Birleşmiş
Milletler, insan hakları hukukunun gelişmesi ve uygulanması için elzem
olan verileri derlemektedir. Örneğin, bazı ülke bazlı çalışmalar yerli
halkların haklarını korumak için geliştirilen bir belgeye dayanak teşkil
etmiştir. BM kurumlarının isteği üzerine OHCHR tarafından hazırlanan
çalışma ve raporlar, yeni politikalar, ve uygulamalar kurumların insan
haklarına olan saygısını arttırmak için yol gösterici olmuştur.
- Temyiz mahkemesi olarak
– Her Türlü
Irksal Ayrımcılığın Yok Edilmesi Uluslararası Sözleşmesi, İşkenceye Karşı
Sözleşme, Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi, Uluslararası
Sözleşmesinin Ek Protokolü ve de Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası
Sözleşmesinin Birinci Ek
Protokolü gereğince,
bireyler bütün iç başvuru yollarını denedikten sonra ilgili başvuru
prosedürüne onay vermiş olan devletlere karşı şikâyette bulunabilir. Bunun
yanında, İnsan Hakları Komisyonu her yıl STK’lar veya bireylerce sunulan
sayısız şikayet haberi almaktadır.
- Doğru bilgi tespitçisi
olarak - İnsan Hakları
Komisyonu belirli suistimal olayları ve belli bir ülkedeki ihlalleri
denetlemeye ve rapor etmeye dönük çeşitli mekanizmalar oluşturmuştur. Bu,
politik açıdan hassas, insani ve bazen de tehlikeli görev özel
raportörlere ya da temsilcilere ve çalışma gruplarına emanet edilmiştir.
Onlar görevlerini ifa ederken; bilgi toplamakta, yerel gruplar ve hükümet
yetkilileriyle iletişim kurmakta, ilgili hükümet izin verdiği takdirde
olay yerine ziyarette bulunmakta ve insan haklarına saygının nasıl
güçlendirilebileceğine dair tavsiyelerde bulunmaktadırlar.
- Ketum diplomat olarak – Genel Sekreter
ve BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, mahkumların serbest bırakılması ve
ölüm cezalarının tatbiki konularında insan haklarına ilişkin endişelerini
üye devletlere gizlilik içinde bildirir. İnsan Hakları Komisyonu apaçık
ortada olan şiddet vakalarını engelleme niyetiyle Genel Sekreter’den
duruma müdahale etmesini veya durumu inceleyecek bir uzman göndermesini
isteyebilir. Genel Sekreter aynı zamanda Birleşmiş Milletler'in haklı
endişelerini iletmek ve saldırılara engel olmak amacıyla arabuluculuk
yaparak sessiz diplomasi yürütebilir.
Kalkınma konusundaki fırsat eşitliği prensibi, BM Antlaşması ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin temel ilkelerindendir. 1986 yılında Genel Kurul tarafından kabul edilen Kalkınma Hakkı Bildirgesi, bu hakkın devredilemez bir insan hakkı olduğunu ve bu hakla beraber her bireyin ve halkın ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasi kalkınmaya katılma, katkıda bulunma ve bundan faydalanma hakkına kavuştuğunu ortaya koyan bir dönüm noktasıdır.
Kalkınma hakkı 1993 Dünya İkinci İnsan Hakları Konferansı Viyana Sonuç Bildirgesi'nde de öne çıkarılmıştı ve Binyıl Bildirgesi gibi birçok önemli BM zirvesi ve konferanslarının sonuç bildirgelerinde yer almıştı. 1998 yılında İnsan Hakları Komisyonu bu konuyu ele almak için ikili bir mekanizma kurmuştur: birincisi kaydedilen ilerlemeleri denetlemek, engelleri analiz etmek ve kalkınma hakkının uygulanması stratejilerinin geliştirilmesi için bir çalışma grubu kurmak; ikinci olarak da kalkınma hakkının uygulanmasında kaydedilen şu anki gelişmeleri rapor edecek bağımsız bir kalkınma hakkı birimi oluşturmak.
Çalışma Hakları
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) BM’nin çalışma haklarını tanımlamak ve korumakla yükümlü uzman kuruluşudur. Hükümetlerin, işverenin ve işçi temsilcilerinin katıldığı üç taraflı Uluslararası Çalışma Konferansları sırasında 185’e yakın sözleşme ve iş hayatının tüm yönlerini kapsayan ve bir uluslararası çalışma standartları sistemi oluşturan 194 sözleşme kabul edilmiştir. Bu örgütün tavsiyeleri politika, mevzuat ve uygulama alanında rehberlik sağlarken örgütün imzaladığı sözleşmeler onaylayan ülkeler için bağlayıcı hükümler içermektedir.
Sözleşmeler ve tavsiyeler neticesinde çalışma yönetimi, endüstriyel ilişkiler, istihdam politikası, çalışma koşulları, sosyal güvenlik, iş güvenliği ve sağlığı gibi konular kabul edilmiştir. Bunlardan bazıları iş yerindeki temel insan haklarına uyulmasını sağlama konusu üzerinde çalışırken bazıları ise kadın ve çocukların istihdamı veya göçmen ve engelli işçiler gibi özel konuları ele almıştır.
ILO, sözleşmelerin hem kanuni hem de uygulamada tatbik edildiğini denetleme usulleri bağımsız uzmanların tarafsız değerlendirmeleri ve ILO’nun üç taraflı kurumları tarafından yapılmaktadır. Ayrıca, sendikalılaşma hürriyetinin kısıtlandığına dair şikayetleri soruşturan özel bir prosedür de bulunmaktadır.
ILO dönüm noktası niteliğinde birçok sözleşmenin yaratıcısıdır:
- Zorla Çalıştırılma
Sözleşmesi (1930)
– zorla ve
zorunlu çalışmanın tüm şekillerinin durdurulmasını talep eder.
- Dernek Kurma ve
Özgürlüğü’nün Korunması Hakkında Sözleşme (1948) – çalışan ve
işverenlerin, izin almadan dernek kurmaları ve derneklere katılma
haklarını talep eder ve bu derneklerin bağımsız yönetime sahip
olmalarının teminat altına alınmasını sağlar.
- Örgütlenme ve Toplu
Pazarlık Etme Hakkı Sözleşmesi (1949) – sendikalara
karşı ayrımcılığın önüne geçilmesi için koruma sağlar; çalışan ve
işverenlerin derneklerinin korunmasını ve toplu pazarlıkları teşvik edecek
önlemlerin alınmasını sağlar.
- Ücret Eşitliği
Sözleşmesi (1951)
– eşit değerdeki
iş için eşit ücret ve hakların verilmesini sağlar.
- Ayrımcılık Sözleşmesi (1958) – fırsat ve
muamele eşitliğini teşvik edecek ve iş yerinde ırk, ten rengi, cinsiyet,
din, siyasi görüş, ulusal ve sosyal menşe bakımından ayrımcılığı ortadan
kaldırabilecek ulusal politikalar oluşturulması sağlar.
- Asgari Yaş Sözleşmesi (1973) – çocuk
işçiliğinin kaldırılmasını ve istihdam için asgari yaşın zorunlu eğitimi
tamamlayacak yaştan daha az olmamasını teşvik etmeyi amaçlar.
- En Kötü Biçimlerdeki
Çocuk İşçiliği Sözleşmesi (1999) – çocukların
köleleştirilmesini, esaret borcuna mahkum edilmelerini, fahişelik ve çocuk
pornosunu, tehlikeli işlerde çalıştırılmasını ve silahlı çatışmalarda yer
almaya zorlanmalarını yasaklar.
Ayrımcılığa Karşı Mücadele
Apartheid
BM’in dünyadaki en büyük haksızlıklardan birine son verme şeklini ortaya koyan en büyük başarılarından biri de Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığına dayalı rejime son vermede örgütün üstlendiği roldür. Nerdeyse kuruluşundan beri BM, Güney Afrika hükümetinin dayattığı kurumsallaşmış bir ırk ayrımcılığı sistemi olan bu rejime karşı verilen mücadelenin içinde yer almıştır.
1994 yılında yeni seçilen Güney Afrika Cumhurbaşkanı Nelson Mandela Genel Kurul’a hitaben yaptığı konuşmada, Afrikalı çoğunluğu temsil eden, Güney Afrikalı bir devlet başkanının, kurul karşısında 49 yıldır hiç konuşma yapmamış olduğunu gözlemlediğini söyledi. Bu ırk ayrımı rejiminin kaldırılmasının sevindirici olduğunu söylerek şunları ilave “Bu tarihi değişim, BM’nin bir insanlık suçu olan ırk ayrımını kaldırmayı taahhüt etmesi ve bu konudaki büyük çabaları sayesinde meydana gelmiştir.”
1966 yılında BM tarafından BM Antlaşması ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesiyle uyuşmayan bir insanlık suçu olarak görülen Apartheid, 1948’den yasaklandığı 1994 yılına kadar Genel Kurul’un gündeminde kalmaya devam etti:
- 1950’lerde
Genel Kurul devamlı olarak Güney Afrika hükümetini BM Antlaşmasındaki
ilkeler ışığında ırk ayrımının yasaklamasını rica etti.
- 1962 yılında
Güney Afrika’daki politikaları takip etmek için BM Özel Irk Ayrımını Önleme Komitesi kuruldu. Komite ırk ayrımına
karşı kapsamlı bir eylem programı hazırlanmasını teşvik edecek
uluslararası çabaların odak noktası haline geldi.
- 1963 yılında
ise Güvenlik Konseyi Güney Afrika’ya karşı bir silah ambargosu koymuştur.
- Genel Kurul,
Güney Afrika’nın 1970’den 1974’e kadar tüm düzenli oturumlara katılma
hakkını reddetti. Bu yasak sonucunda, Güney Afrika 1994 yılında ırk
ayrımının ortadan kaldırıldığı oturuma kadar hiçbir Genel Kurul oturumuna
katılmadı.
- 1971 yılında
Genel Kurul Güney Afrika Cumhuriyeti'ne hem ülke içinde hem de dışında
kamu oyunda süregelen bir etkiye sahip bir spor boykotu uyguladı.
- 1973’te Kurul Irk Ayrımı Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına dair
Uluslararası Sözleşmeyi kabul etti.
- 1977’de
Güvenlik Konseyi Güney Afrika’nın komşularına karşı saldırılarının ve
potansiyel nükleer kapasitesinin uluslararası barış ve güvenliğe tehdit
oluşturduğuna karar verdikten sonra bu ülkeye silah ambargosu uygulamaya
başlamıştır. Bu yaptırım Konsey tarafından ilk kez üye bir ülkeye karşı
uygulandı.
- 1985’te Genel
Kurul Sporda Irk Ayrımı Suçuna karşı
Uluslararası Sözleşmeyi kabul etti.
- 1985 yılında
Güvenlik Konseyi ayrıca, Güney Afrika hükümetinin olağanüstü hal ilan
etmesi ve baskıyı tırmandırması üzerine ilk kez, BM Şartı’nın VII. Bölümü
uyarınca hükümetlere Güney Afrika’ya karşı ağır ekonomik tedbirler
almaları çağrısında bulundu.
Bu barış anlaşmasını güçlendirmek için Güvenlik Konsey'i, 1992 yılında Birleşmiş Milletler Güney Afrika Gözlemci Heyeti’ni (UNOMSA) oluşturmuştur. Bu heyet, 1994 yılında yapılan seçimler neticesinde ırkçı olmayan, demokratik bir hükümetin iktidara geldiği seçimlerde gözlemcilik yapmıştır. Yeni hükümetin kurulması ve ülkenin ilk ırkçı olmayan, demokratik anayasasının kabulü sayesinde ırkçılık sona ermiştir.
Irkçılık
1963’te Genel Kurul, Birleşmiş Milletler Irkçılığa dayalı Ayrımcılığın Her Biçiminin Yok edilmesi Beyannamesini kabul etmiştir. Beyanname tüm insanların eşitliği temelini; ırk, renk ya da etnik köken nedeniyle insanlar arasında ayrımcılık yapmanın Evrensel Beyanname’de ilan edilmiş olan insan haklarının ihlali anlamına geldiğini ve de uluslar ve halklar arasında dostça ve barışçıl ilişkiler kurulmasına engel teşkil ettiğini teyit etmektedir.
Bu Beyanname’nin kabulünden iki yıl sonra Genel Kurul taraf devletleri ırkçılığa dayalı ayrımcılığı önleyici ve cezalandırıcı yasal, yargısal, idari ve diğer her türlü tedbiri almakla yükümlü kılan Irka Dayalı Ayrımcılığın Her Biçiminin Yok Edilmesi Uluslararası Sözleşmesini kabul etmiştir.
1993’te ise Genel Kurul Irkçılık ve Irka dayalı Ayrımcılıkla Mücadele için Üçüncü On yıl (1993-2003)ı ilan ederek tüm devletlere özellikle kanunlar, idari önlemler, eğitim ve bilgilendirme yollarıyla ırkçılığın yeni biçimleriyle mücadele etmek için harekete geçmeleri çağrısında bulunmuştur.
Yine 1993 yılında, İnsan Hakları Komisyonu ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve bunlarla ilgili hoşgörüsüzlüğün çağdaş biçimleri konusunda özel bir raportör atamıştır. Özel raportörün görevi ırkçılığın çağdaş biçimleri, ırka dayalı ayrımcılık, siyahlara, Arap ve Müslümanlara karşı her tür ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, Yahudi karşıtlığı veya bunların herhangi birinden kaynaklanan hoşgörüsüzlük biçimleri ile ilgili dünya çapındaki vakaları ve de hükümetlerin bunlara karşı aldığı tedbirleri incelemektir.
Genel Kurulca kararlaştırıldığı üzere, üçüncü Dünya Irkçılık, Irka dayalı Ayrımcılık, Yabancı Düşmanlığı ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Konferans 2001’de Güney Afrika’da düzenlenmiştir. Bu konferans önleyici tedbirler, eğitim ve koruma gibi ırkçılığı yok etmek için uygulanabilecek önlemlere eğilerek "Durban Beyannamesi ve Eylem Programı"nı kabul etmiştir. Buna benzer konferanslar 1978 ve 1983 senelerinde Cenevre’de de düzenlenmiştir.
Kadın Hakları
Kadın-erkek eşitliği 1945’te kurulduğundan bu yana Birleşmiş Milletler'in faaliyetlerinin odak noktalarından biri olmuştur. Örgüt, kadınların insan haklarının teşviki ve korunması, eşit şekilde kamusal hayata katılabilmeleri ve ekonomik ve toplumsal kalkınmanın yarattığı fırsatlara erişebilmeleri için verilen küresel mücadelede öncü bir rol oynamıştır.
Kadınların Statüsüne Dair Komisyon, kadın-erkek eşitliği ve kadına karşı ayrımcılıkla mücadelede uluslararası talimatlar ve kaideler geliştirmiştir . Bunların başlıcaları; 1979 Kadına karşı Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi ile 1999 Sözleşme Ek Protokolüdür. Komisyon ayrıca 1993’te Genel Kurulca onaylanan Kadına Karşı Her Türlü Şiddetin Yok Edilmesi Beyannamesi’nin de hazırlayıcısıdır. Bu beyannamede; şiddetin, aile ya da toplum içinde gerçekleşen fiziksel, cinsel veya psikolojik ve devletçe uygulanan ya da uygulanmasına göz yumulan her tür şiddet eylemini kapsayarak açık bir tanımı yapılmıştır.
23 bağımsız uzmandan oluşan bir kurum olan Kadına Karşı Ayrımcılığın Yok Edilmesi Komitesi,Birleşmiş Milletler Sekreteryası tarafından desteklenerek Kadının İlerlemesi Birimi'ne bağlı olarak görev yapmaktadır. Bu komite bireysel bilgileri incelemek, Ek Protokol uyarınca soruşturmalar yürütmek gibi yollarla Sözleşmenin uygulanmasını denetlemektedir.
Çocuk Hakları
Her yıl milyonlarca çocuk yetersiz beslenme ve hastalık nedeniyle yaşamını yitirmektedir. Bir çoğu da savaş ve cinsel sömürü ve aşırı istismarın kurbanı olmaktadır. Çocuk haklarını savunmaktan sorumlu tek BM kuruluşu olan Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), çocuklara karşı muameleye dair evrensel ahlaki ilkeler ve uluslararası yasal standartlar getiren Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne küresel düzeyde riayeti sağlamaya çalışır.
Genel Kurul, 2000 yılında söz konusu sözleşmeye iki Ek Protokolü kabul etmiştir. Bunlardan biri 18 yaşın altındaki çocukların askere alınmasını veya çatışmalara sokulmasını yasaklamakta; diğeri ise çocuk ticareti, çocuk fuhuşu ve çocuk pornosu ile ilgili yasak ve cezaları kuvvetlendirmektedir.
Sözleşme uyarınca kurulan Çocuk Hakları Komitesi taraf devletlerin yükümlülüklerini yerine getirmede gösterdikleri ilerlemeleri denetlemek için düzenli olarak toplanır. Komite, Sözleşme’deki çocuk haklarının gereğinin nasıl yerine getirileceği konusunda hükümetlere ve Genel Kurul’a tavsiyelerde bulunur.
Çocuk işçiliği konusunda ise Birleşmiş Milletler, çalışan çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimlerini tehlikeye atan tehlikeli koşullardan ve sömürüden korumaya, çocukların hiç olmazsa asgari eğitim, beslenme ve sağlık hizmeti seviyesine ulaşmalarını temin etmeye ve uzun dönemde adım adım çocuk işçiliğini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
- Uluslararası Çalışma
Örgütü (ILO)’nün
girişimiyle başlatılan Çocuk İşçiliğinin Yok Edilmesi Uluslararası
Programı konuyla ilgili farkındalık düzeyini arttırmaya ve teknik
işbirliği yoluyla faaliyetler başlatmaya çalışmaktadır. Programın
öngördüğü doğrudan faaliyetler, ebeveynler için uygun istihdam koşulları,
ıslah, çocuklar için genel ve mesleki eğitim gibi seçenekler araştırılarak
çocuk işçiliğinin önüne geçilmesine odaklanmaktadır.
- UNICEF çok
tehlikeli koşullarda çalışan çocuklara -seks kölesi hatta hizmetçi olsalar
dahi- eğitim, danışmanlık ve bakım hizmetleri sunan programlara destek
vermekte ve böyle çalışan çocukların haklarını şiddetle savunmaktadır.
- Genel Kurul
gittikçe daha fazla suça, uyuşturucuya, şiddete ve fahişeliğe karışan ya
da bunlardan bir şekilde etkilenen sokak çocukları sorununa karşı
hükümetlere harekete geçmeleri uyarısında bulunmuştur.
- İnsan
Haklarının Teşviki ve Korunması Alt Komisyonu savaş halinde veya zorunlu
askerlik hizmeti bağlamında çocukların askere alınmasının durdurulması
için adımlar atılması çağrısı yapmıştır. Genel Sekreter’in çocuklar ve
silahlı çatışma hususundaki özel temsilcisi çatışmalar sırasında çocukların
korunması olanaklarını geliştirmeye çabalamaktadır.
- İnsan Hakları
Komisyonu çocuk ticareti, çocuk fuhuşu ve pornosu ile mücadele konularında
özel bir raportör atamıştır.
Dünya çapında bir milyara yakın insanın azınlıklara mensup olduğu tahmin edilmektedir. Birçok azınlığın sıkça ayrımcılığa ve dışlanmaya hatta şiddetli çatışmalara maruz kaldığı belgelerle tespit edilmiştir.
Ulusal, etnik, dinsel ve dilsel grupların meşru isteklerinin karşılanmasında sadece kültürel çeşitliliği korumak ve kültürel farklılıklara uyum sağlamak açısından değil, aynı zamanda toplumsal istikrarı güçlendirmek açısından da çıkarlar olduğu görülmüştür.
Azınlık hakları kurulduğundan bu yana Birleşmiş Milletler gündeminde önemli bir yer işgal etmiştir. Azınlık mensuplarının insan haklarının korunması hususu, özellikle Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi madde 27 ile ve de Birleşmiş Milletler insan hakları hukukunun temellerinden birini teşkil eden ayrımcılığa uğramama ve katılım ilkeleri ile teminat altına alınmıştır.
Ulusal, Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kimselerin Hakları Beyannamesi’nin 1992’de Genel Kurul’da kabul edilmesi Birleşmiş Milletlerin insan hakları gündemine yeni bir ivme kazandırmıştır. 1995’te İnsan Hakları Komisyonu kendine bağlı alt komisyonca azınlıklarla ilgili bir çalışma grubu kurulmasını onaylamıştır. Azınlık temsilcilerinin erişim imkanı olduğu dünyadaki tek forum örneği olan bu çalışma grubu, Birleşmiş Milletler toplantılarında seslerini duyurup endişelerini paylaşabilsinler hatta durumlarını iyileştirmek için öneri getirebilsinler diye azınlık topluluklarına ulaşmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda grup azınlık sorunlarında çözümler ve de azınlık haklarının uygulamada teşviki ve korunması için tedbirler önerme yetkisine sahiptir.
Yerli Halklar
Birleşmiş Milletler dünyanın en mağdur gruplarından biri olarak kabul edilen yerli halklar meselesi ile giderek daha fazla ilgilenmeye başlamıştır. Yerli halklar, ilk halklar, kabile halkları, kadim halklar gibi isimlerle de anılmaktadır. Dünyada, beş kıtada, 70 ten fazla ülkede yaşayan 300 milyon insandan oluşan en az 5000 yerli grup bulunmaktadır. Karar alma süreçlerinden dışlanmış olan yerli grupların büyük bölümü toplumda bir kenara itilmiş, sömürülmüş, zorla asimile edilmiş ve haklarını savunduklarında da baskı, işkence ve cinayete maruz kalmışlardır. Zulme uğramaktan korktukları için de çoğu zaman mülteci konumuna düşmektedirler; bazen de dillerini ve geleneksel örf ve adetlerini terk ederek kimliklerini saklamak zorunda kalmışlardır.
1982’de İnsan Hakları Komisyonu Alt Komitesi, yerli halkların haklarını ilgilendiren gelişmeleri incelemekle ve yine bu haklarla ilgili uluslararası standartlar oluşmasını teşvik etmekle görevli bir yerli topluluklar çalışma grubu oluşturmuştur. BM Yerli Halkları Beyannamesi 2007yılı Eylül ayında Genel Kurul tarafından kabul edilmtir.
ECOSOC bünyesinde 2000 yılında yardımcı bir organ niteliğindeki Yerli Topluluklar Konusunda Daimi Forum oluşturulmuştur. Eşit sayıda hükümete bağlı ve yerli kökenli uzmandan oluşan bu 16 kişilik forum ECOSOC’a tavsiyelerde bulunmakla, Birleşmiş Milletler faaliyetlerinin işbirliğinin sağlanmasına yardımcı olmakla ve kalkınma, kültür, çevre, sağlık ve insan haklarıyla ilgili yerli grupların endişelerini müzakere etmekle görevlidir. Forum ilk oturumunu Mayıs 2002’de gerçekleştirmiştir.
1992 Dünya Zirvesi’nde yerli halkların topraklarının ve çevrenin tahribi hususundaki endişelerini dile getiren toplu sesi duyulmuştur. UNDP, UNICEF, IFAD, UNESCO, Dünya Bankası ve Dünya Sağlık Teşkilatı gibi kuruluşların hepsinin bünyesinde belli yerli gruplara yönelik, sağlık ve okur-yazarlık koşullarını iyileştirmeye çabalayan, yerli topraklarının çevresel açıdan bozulmasına karşı savaşan programlar mevcuttur.
Dünya Yerli Halkları Yılının (1993) sonunda Genel Kurul yerli halkların hayat koşullarını iyileştirmeye dönük ortak çabalara hız kazandırmak amacıyla, 1995-2004 yılları arasındaki on yıllık süreyi Dünya Yerli Halkları Uluslararası On Yılı ilan etmiştir.
Engelliler
Yüzde 80 kadarı gelişmekte olan ülkelerde yaşayıp dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturan 600 milyondan fazla insanın fiziksel, zihinsel ya da duyusal bir tür bozukluğu vardır.
Engelliler çoğunlukla toplumun genelinden dışlanmaktadır. Ayrımcılık, eğitim olanağının reddinden fiziksel ve toplumsal bariyerler konulması yoluyla ayrım ve soyutlanmaya maruz kalma gibi daha üstü kapalı yöntemlere varan çeşitli biçimler almaktadır. Bu durumdan sadece engelliler değil, toplum da zarar görmektedir. Toplumdaki önemli bir potansiyelin kaybı insanlığı da yoksullaştırmaktadır. Sakatlığın algılanış biçimini ve engelli kavramını değiştirmek toplumsal tüm düzlemlerde anlayışın arttırılmasını ve değerlerin değiştirilmesini gerektirmektedir.
Kuruluşundan bu yana Birleşmiş Milletler, engellilerin statüsünü yükseltmeye ve yaşamlarını iyileştirmeye çabalamıştır. Birleşmiş Milletler'in engellilerin hakları ve refahı konusundaki bu hassasiyetinin kökeni, BM’nin kurucu ilkeleri olan insan hakları, temel özgürlükler ve tüm insanların eşitliği ilkeleridir.
Engellilerin insan hakları kavramı 1970’lerde uluslararası alanda daha geniş kabul görmeye başlamıştır. Genel Kurul Zihinsel Geriliği olan Kişilerin Hakları Beyannamesi (1971) ile Engelli Hakları Beyannamesini(1975) kabul ederek engellilere eşit muamelenin ve engellilerin hizmetlere eşit şekilde erişmesinin standartlarını oluşturmuş; böylelikle engellilerin toplumla bütünleşmeleri hızlanmıştır.
1981 Uluslararası Engelliler Yılı engellilerin haklarını teşvik için bir politika çerçevesi niteliğindekiEngellilerle İlgili Dünya Eylem Programı’nın Genel Kurul’da kabul edilmesini sağlamıştır. Bu program konuyla ilgili uluslararası işbirliği için iki hedef belirlemiştir: fırsat eşitliği ve engellilerin toplumsal hayata ve kalkınmaya tam katılımı.
1983–1992 yılları arasındaki Birleşmiş Milletler Engelliler On Yılı’nın en önemli sonuçlarından biri de, politika oluşturma için bir araç ve teknik ve ekonomik işbirliği için bir temel işlev gören Engellilere Eşit Fırsatlarla İlgili Standart Kuralların 1993’te Genel Kurul’da kabul edilmesi olmuştur.
Zihinsel bozuklukları olan kimselerin korunmasında yeni standartlar dizisi niteliğindeki Zihinsel Hastalığı Olan Kimselerin Korunması ve Sağlık Hizmetinin İyileştirilmesi İçin İlkeler ise 1991’de Genel Kurul’da kabul edilmiştir.
1994’te Genel Kurul Dünya Eylem Programı’nın uygulanışını ilerletmek amacıyla, “toplum herkes içindir” hedefiyle uzun dönemli bir stratejiye karar vermiştir. 1997’de ise erişilebilirlik, istihdam, sosyal hizmetler ve sosyal güvenlik ağları hususlarını öncelikli konular olarak önüne koymuştur.
Genel Kurul 2006 yılında `Engelli Kişilerin Hakları Sözleşmesi"ni Kabul etmiştir. Söz konusu sözleşme 21. Yüzyılın ilk insan hakları sözleşmesidir. Türkiye sözleşmeye 2008 yılı sonunda taraf olmuştur.
Birleşmiş Milletlerin faaliyetleri. Gittikçe büyüyen bir veri toplamı bize engelli olma sorununu insan hakları merkezli geniş bir çerçevenin içinde ulusal kalkınma bağlamında ele almak gerektiğini göstermektedir. Bu nedenle Birleşmiş Milletler konuyla ilgili farkındalığı arttırmak ve ulusların engellilere dönük insan hakları merkezli geniş bir yaklaşıma ulaşma kapasitelerini geliştirmek için hükümetler, STK’lar, akademik kurumlar ve profesyonel topluluklarla birlikte çalışmaktadır.
Engelliler için eyleme geçmek konusunda kamuoyunun artan desteği bilgi alma hizmetlerinin, sosyal yardımların ve fırsat eşitliğini destekleyici kurumsal mekanizmaların iyileştirilmesi ihtiyacı üzerinde yoğunlaşmıştır. Birleşmiş Milletler, genel kalkınma planları dâhilinde engellilere dönük faaliyetleri desteklemek için ulusal kapasitelerini geliştirmek konusunda ülkelere gittikçe daha fazla yardımcı olmaktadır.
Göçmen İşçiler
İş arayan insanların uluslararası sınırlar boyunca artan hareketliliği sonucunda göçmen işçilere dönük ayrımcılığın önünü kesebilmek için yeni bir insan hakları sözleşmesi kabul edilmiştir. 10 yıl süren müzakerelerin sonucunda 1990 yılında Bütün Göçmen İşçilerin ve Aillerinin Haklarının Korunması için Uluslararası Sözleşme Genel Kurulca kabul edilmiştir. Söz konusu Sözleşme:
- kayıtlı ya da
kayıtdışı tüm göçmen işçilerin ve ailelerinin haklarını kapsar;
- göçmen
işçilerin toplu olarak kovulmasını veya kimlik belgelerinin, çalışma
izinlerinin ya da pasaportlarının tahrip edilmesini yasadışı sayar;
- göçmen işçilere
ilgili ülkenin vatandaşlarıyla aynı ücreti alma, aynı sosyal olanaklara ve
sağlık hizmetine erişme; sendikalara katılma ve istihdam süreleri sona
erdiğinde kazançlarını, birikimlerini ve kişisel eşyalarını nakletme
imkanı tanır;
- göçmen
işçilerin çocuklarına eğitim görme hakkını ve doğum yerini ve uyruklarını
kaydettirme hakkını verir.
Yargıya destek
Birleşmiş Milletler yargı sürecinde insan haklarının daha güçlü korunmasından da sorumludur. Bireyler devlet yetkililerince soruşturulduklarında, tutuklandıklarında, gözaltına alındıklarında, bir suçla itham edildiklerinde, mahkemede yargılandıklarında veya hapsedildiklerinde kanunların her zaman insan haklarının korunması için gereken saygı gösterilerek uygulanması gerektir.
Birleşmiş Milletler, ulusal yasama sistemleri için model işlevi görebilecek standartlar ve kurallar dizisi oluşturmak yönünde çalışmalar yapmıştır. Söz konusu standartlar ve kurallar topluluğu; tutuklulara gösterilecek muamele, gözaltındaki gençlerin korunması, ateşli silahların polis tarafından kullanılması, kolluk kuvvetlerinin davranış biçimleri, avukat ve savcıların görevleri ve yargı bağımsızlığı gibi konularla ilgilidir. Standartların büyük bölümü Birleşmiş Milletler Suçun Önlenmesi ve Ceza Hukuku Komisyonu ve Uluslararası Suç Önleme Merkezi vasıtasıyla geliştirilmiştir.
OHCHR bünyesinde yasa koyucular, yargıçlar, avukatlar, kolluk kuvvetleri, ceza ingaz memurları ve silahlı kuvvetler personeline özel insan hakları eğitimi vermeyi amaçlayan teknik yardım programı bulunmaktadır.
Önceliklerimiz
Birleşmiş Milletler'in çabalarına rağmen dünyada yaygın ve şiddetli insan hakları ihlalleri yapılmaya devam etmektedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin kabulünden altmış yıl sonra insan haklarının geniş yelpazede çeşitli biçimlerde ihlali haberlerde kapsamlı bir yer bulmaktadır. Bu durum, en azından bir ölçüde, dünyada insan hakları konusundaki farkındalık düzeyinin artmasından ve özellikle çocuk istismarı, kadına karşı şiddet ve yakın zamana kadar geleneksel standartlara göre makul bir davranış olarak görülen istismar biçimleri gibi sorunlu alanların denetlenmesindeki gelişmelerden kaynaklanmaktadır.
Aslında insan haklarının teşviki ve korunmasına dönük tedbirler bugün şimdiye kadar hiç olmadığı kadar güçlüdür ve de sosyal adalet, ekonomik kalkınma ve demokrasi mücadelesine gittikçe artan şekilde bağlıdır. İnsan hakları tüm BM politika ve programlarının en can alıcı noktasıdır. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri'nin çalışmaları ve BM ortakları arasındaki artan işbirliği ve eşgüdüm, BM sisteminin insan hakları mücadelesinde daha da kuvvetlenen kapasitesinin somut bir ifadesidir.
Sudan'dan BM ve Afrika Birliği'ne rest
Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir, Güney Sudan'la güvenlik
sorunları çözülmeden petrol, ticaret ve vatadaşlık gibi konularda
görüşmeyeceğini söyledi. El Beşir, BM ve Afrika Birliği'nin istediklerini
Sudan'a dayatamayacaklarını da belirtti.
|
ntvmsnbc ve Ajanslar
Güncelleme: 17:17 TSİ 10 Mayıs. 2012
Perşembe
BM Güvenlik Konseyi'nin yaptırım
kararına sert çıkan Suriye Devlet Başkanı Ömer el-Beşir, "İstediklerimizi uygulayacağız,
istemediklerimizi uygulamayacağız. Ne BM Güvenlik Konseyi ne de Afrika Birliği
bize dayatmada bulunamaz" dedi.
BM Güvenlik Konseyi 2 Mayıs'ta Sudan
ile Güney Sudan'ın aralarındaki çatışmaları durdurmamaları halinde iki ülkeye
yaptırım uygulayabileceğine dair bir karar tasarısını kabul etmişti.
15 üyeli BM Güvenlik Konseyi'nin oy
birliğiyle kabul ettiği kararda, taraflardan derhal tüm şiddete son vermesi,
çatışmaları ve hava bombardımanlarını 48 saat içinde durdurması, iki ülke
arasındaki sınırı ihlal eden tüm askeri güçlerin koşulsuz olarak geri çekilmesi
ve bunları yaptıklarını BM'ye ve Afrika Birliği'ne bildirmesi istenmişti.
reklam
Kararda ayrıca iki ülkenin 16 Mayıs'a kadar Afrika
Birliği'nin himayesinde müzakerelere başlaması ve 3 ay içinde de müzakereleri
petrol, sınırların belirlenmesi ve kime ait olduğu konusunda uzlaşılamayan
tartışmalı alanlar gibi kritik konuları sonuçlandırması talep edilmişti.
Ruanda
Soykırımı
Ruanda Soykırımı, Ruanda'da 1994
yılında yaklaşık yüz gün içinde 800.000 Tutsi ve ılımlı Hutu'nun,
aşırı uç Hutular (Interahamwe)
tarafından öldürülmesi olayıdır. Katliam, Tutsi destekli isyancı Ruanda
Vatansever Cephesi lideri Paul Kegame'ye bağlı güçlerce, Hutu ağırlıklı
hükümetin düşürülmesi ile son buldu. Ardından yönetimden güç alan Tutsilerin öç
bahanesiyle saldırması sonucu yüzbinlerce Hutu, komşu Zaire'ye
(Kongo Cumhuriyetine) sığındı. Fransa, soykırımı gerçekleştiren Hutu
hükümetinin o dönem içerisinde en yakın dostu ve destekçisi olması sebebiyle
Ruanda Soykırımı'ndan en fazla sorumlu tutulan ülkedir.[1]
Konu
başlıkları
|
Öncesi [değiştir]
1890 Brüksel Konferansı'nda,
bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına rağmen, egemen devletlerce Ruanda, Almanya idaresine verildi. Doğal kaynaklar açısından
zengin diğer devletler varken, kendi payına bu fakir ve karasal devletin
düşmesinde yarar görmeyen Almanya, 1907'ye kadar ülkeye bir idareci bile
göndermedi. I. Dünya Savaşı'nın ardından Ruanda yönetimi Belçika'ya
verildi. Belçikalılar Almanların aksine yönetimle daha fazla
ilgilendiler. Doğal yaşam ihtiyaçlarını karşılamak dışında çalışmayan
Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve çalışmayanlar için
kırbaçla cezalandırma gibi yeni kurallar getirildi.
Ülkede o zaman
yaşayanların %90'ı Hutu, %9'u Tutsi, %1'i
ise Pigmeydi. Pigmeler yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden
farklı olsa da, o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden
çok farklı görülmüyordu. Afrika siyasetinde yönetici ve yöneten unsurların
birbirinden ayrılması prensibini uygulayan Belçikalılar bu politikayı Ruanda
için kontrolün elde tutulmasının garantisi olarak gördüler ve bölgede bulunan
azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla ırka dayalı bazı
ayrıcalıklar verdiler. Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese
ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı. Tutsi ve Hutuların aslında ortak olan
dil-gelenek-etik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal
ayrımcılığa başlandı. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla,
işe alımlardan hastane kabullerine kadar bütün kararları ırksal farklılıklara
göre almaya başladılar. Bu dönemde Tutsiler, Hutulara göre çok daha iyi yaşam
şartlarına ve daha iyi işlere kavuştu. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar
verilirken bazı objektiflikten uzak ve akıl dışı kriterler kullanılmıştır. Etiyopya kökenli olduğuna inanılan Nuh'un
soyuna dayandırılan Tutsilerin daha ince yapılı ve narin bir görünüşe sahip
olduğu iddia edilmiş ve uzun boy, güzel görünüm gibi fiziki özellikleri olanlar
Tutsi sayılmıştır. Bunun yanında zengin olanlar, örneğin, 10 inekten daha
fazlasına sahip olanlar da Tutsi olarak kaydedilmiştir.
Daha sonra üniversiteler, eğitim
ve sosyal olanaklar Hutulara neredeyse tamamen kapanmıştır. 1950'lere
kadar Tutsileri Hutulardan üstün tutma siyaseti güden Belçika, bu tarihten
sonra savaşın ardından özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine, Hutuların
üzerindeki baskıyı hafifletmiş, hatta zamanla, sayıca üstünlüklerinden ötürü
Hutuları desteklemeye yönelmiştir. Bunun bir sebebi de, uzun vadede ülkedeki
yönetimin seçimler aracılığı ile sayıca üstün Hutulara geçme olasılığının
artmasıdır. Belçika, Ruanda ve Burundi'yi, 1962
yılında her iki devlet bağımsızlıklarını kazanana kadar yönetti. Bu dönemdeki
Belçika yönetimi tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti'nde uyguladıkları
gibi, yerli halk üzerinde acımasız ve adaletsiz olmakla suçlanmıştır.
Başlangıcı [değiştir]
II. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle, bağımsızlığa
hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletlere verildi. Beklenen şekilde yapılan seçimlerde
Hutu milliyetçisi PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi.
İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin
uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli faaliyetlerde
bulundular. Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin ila 100 bin arasında Tutsi
öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ve Uganda'ya
sığındı.
Bağımsızlık kazanılmasından sonra
PARMEHUTU yönetimi, tek parti iktidarı sırasında da Hutu milliyetçisi bir
politika izledi. 1964 ve daha sonra 1974'teki pogrom adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü
ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devlet tarafından
korundu. Göstermelik bir iki olay dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı.
Tutsilerin nüfusa oranları olan %9 oranı bütün ülkede üst limit olarak
tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli
Tutsiler işten çıkarıldı ve sürgüne zorlandı.
1973'te Hutu Juvénal Habyarimana bir darbeyle iktidarı ele geçirip, PARMEHUTU
hareketine son verdi. Ancak kendisi de bir Hutu milliyetçisi olduğundan
Tutsiler açısından pek fazla değişiklik olmadı.
1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu
500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle
gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için
organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan "Ruanda Yurtseverler
Birliği" (RYB) Ruanda hükümetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir
çözüme varılamadı.
Uganda'daki
kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990'dan 1992'ye kadar
bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos'ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş
durduruldu. Bu sürede soruna "kalıcı çözüm" bulmak isteyen aşırı
uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye kadar verdiler.
En ücra köylere kadar her yerde
Interahamwe adı verilen yerel yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı
Hutular fişlendi. Ülkenin ekonomisi silah alımına uygun olmadığı için Çin'e
yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise,
sivri uçlu sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan "böcek"
avında kullanmaları söylendi. Bütün bu hazırlıkların farkında olan Hutu
hükümeti önlem olarak hiçbir şey yapmamıştır.
6 Nisan 1994'te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan
anonslarla başladı. O gün, bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü.
Ülkede yaşanan kaostan faydalanan Interahamweüyeleri
ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak
üzere kıyıma başladılar.
Somali başarısızlığının etkisiyle bölgeden uzak
durmak isteyen ABD, baskı yaparak ve bölgede öldürülen 10 BM askerini sebep
göstererek, BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini sağladı. Bunun
üzerine katliam daha da şiddetlendi. Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen
her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası
olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlardı, olmayanlar
ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin
kaçmasını önlemek maksadıyla aşil
tendonlarını kesiyor,
dinlendikten sonra katliamlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler,
hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı.
Ceset saklanabilecek her yer
cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpeklere sinirlenen Hutular, o dönemde
neredeyse ülkedeki tüm köpekleri öldürerek yok etmişlerdir. Dünyadaki
soykırımlara seyirci kalmayacağını söyleyen Fransa ve ABD gibi ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için
BM'de soykırım sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik
isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir.
Katliam haberlerini alan RYB üyeleri ülkenin doğusundan girip
katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirdiler. O ana kadar
bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla, katliamı
destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükümetine askeri yardıma
başladı. Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali'nin
batısından Kongo'ya kadar
olan bölgenin yönetimini ele geçirdi ve oraya RYB askerlerinin girmesini
engelleyip, bölgedeki katliama müdahale etmedi. O ana kadar 600 bin insan
öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha
öldürülmesine seyirci kaldılar.
100 gün içinde bölgede 800.000'e
yakın insan öldürülmüş, 2.000.000 Hutu, Tutsilerin ve RYB askerlerinin öç
almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştır. Tüm devlet
kurumları çökmüş, ekili alan kalmamıştır.
Nedenleri [değiştir]
Soykırımın nedeni olarak, Avrupa
kaynaklı ırk temeline dayalı teoriler de öne sürülmektedir. Avrupa'da o
dönemde, ırk üzerine düşünce üreten bazı çevrelerce, Ruanda bölgesinde yaşayan
insanların, ari ırk ile aşağı ırk olarak kabul edilen zenciler arasında bir tür
geçiş ırkı olduğu iddia edilmiştir. Bu yüzden Hutuların, Tutsileri gerçek
Ruandalı olarak değil, kendilerini sürekli aşağılayan ve sömüren Avrupalıların
ülkelerindeki işgalci akrabaları olarak değerlendirdikleri iddia edilmiştir.
Benzer olaylar başka ülkelerde örneğin Sudan'da da
görülmüştür.
Bir başka neden olarak, özelikle
Tutsi bölgelerinde kalan verimli tarım alanlarının Hutularca ele geçirilme
isteği de gösterilmektedir. Zengin komşularının mallarını ele geçirmek isteyen
Hutuların, özellikle Tutsileri öldürdükleri ve katliamın bir anda yayıldığı da
düşünülmektedir.
Sorumluları [değiştir]
Ruanda
soykırımı sanıkları
Yaşanan katliamın ardından,
sorumluların tespit edilmesi ve yargılanması için çalışmalar yapılmıştır. Ancak
sorumluların sayısının fazlalığı ve yaşanan olayların yıkıcılığı yüzünden,
yargılamada bazı sorunlar yaşanmıştır. Katliam sırasında neredeyse tümüyle yok
olan devlet kurumlarının olmaması sebebiyle, katliam sanıklarının büyük kısmı
kendi köylerinde yaşamaya devam etmiştir. Katliamın acısının halk üzerinde
yarattığı etkinin dindirilmesi amacıyla, halkın kendi kuracağı mahkemelerde
alacağı kararların adli olarak tanınacağının bildirilmesi üzerine "halk
mahkemeleri" (gacaca )
3'ten fazla insan öldürenleri yargılamış ve halk kendi cezasını kendisi
vermiştir. Daha büyük suçlular için Birleşmiş Milletler gözetiminde Arusha Tanzanya'da bir uluslararası suç mahkemesi kurularak
yargılamalar sürdürülmüştür.
Sonuçlar [değiştir]
Bütün politik ve ekonomik
yardımlara rağmen Ruanda, yaşanan soykırımın şokunu atlatamamıştır. Ülkenin yakınında
meydana gelen Kongo savaşları sebebiyle ülkede ekonomik ve sosyal
açıdan istenen ilerleme sağlanamamıştır. 1999'da
katliamın ardından yapılan ilk seçim de politik istikrarı sağlayamamıştır.
31 Mart 2005'te, Interahamwe'nın
ardından kurulan Demokratik
ve Özgürlükçü Ruanda Güçleri (FDLR),
soykırımı kınayarak iç savaşa son verdiğini açıklamıştır.
İddialar [değiştir]
Fransa ve ABD'nin özellikle
bölgede katliamı başlatan Hutu'ların engellenebileceği zamanlarda Birleşmiş
Milletler'i işlevsiz kılmaya yönelik diplomatik girişimleri bu iddialara temel
teşkil eder. Ayrıca Fransa Eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand O
ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil. şeklinde açıklamada bulunmuştur. (Le
Figaro, 12 Ocak 1998)
1992 yılında Ruanda
Cumhurbaşkanlığı Muhafızları'nı eğitmek için bölgede bulunan emekli Ulusal
Jandarma Müdahale Grubu Komutan Yardımcısı Thierry Prungnaud, devlet radyosu
France-Culture’e verdiği mülakatta “1992 yılında Fransız askerlerinin Ruandalı
sivil milislere atış eğitimi verdiğini gördüm.” diyerek Fransa'nın henüz
anlaşılamayan sorumluluğuna değinmiştir. Emekli komutan, mülakatı yapan
gazetecinin ‘Fransa’nın Ruandalı milisleri eğittiğini reddettiğini’
hatırlatması üzerine “Fransa bunu her zaman inkâr etti, başka şeyler gibi. Ama
önemli değil, ben doğruluyorum.” şeklinde cevap vererek benzer iddialara destek
vermiştir.
BM
gıda ve tarım örgütü FAO’nun Afrika kıtasında açlık krizinin artması konusunda
uyarıda bulunması
Laden
Berzi
FAO
Afrika kıtasında gıda krizi konusunda uyarıda bulundu. BM gıda ve tarım örgütü
FAO gelecek aylarda 2 milyonu aşkın Afrikalı insan'ın en şiddetli açlık krizi
yaşayacağını bildirdi. Geçen seneki kuraklık, bir çok Afrika ülkesini vurdu.
İstatistiki bilgilere göre, Afrika boynuzundaki kuraklık ve gıda kıtlığı sonucu
on binlerce insan hayatını kaybetti. Günümüzdeki Afrika kıtasında yaşanan gıda
kıtlığı Son 60 yılda eşsiz bir seviyeye ulaşmıştır. Afrika boynuzunda bulunan 4
ülkede 2011 yılında yaklaşık 12 milyon insan açlık sınırının altında yaşadılar
ve günlük 20 bini aşkın insan yetersiz beslenmeden dolayı hayatını kaybetti.
Somali'de kuralık ve gıda kıtlığıyla birlikte iç savaş yaşanıyor. Bu nedenle
halkın yaşam şartları çok vahim ve içler acısıdır. Kuraklık ve açlık on
binlerce insanın avare olmasına ve kamplarda yaşamasına sebep olmaktadır.
Somali'deki gıda kıtlığı henüz denetim altına alınıp giderilememiştir. Afrika
Sahel bölgesi de kuraklık, açlık ve gıda krizine yakalanmıştır. Dünya toplumuyla
insan hakları kuruluşları ve insani yardım kuruluşlarının gıda krizini giderme
çalışmaları ve halkı açlık ve ölümden kurtarma girişimleri yeterli değildir.
Avrupa komisyonu geçen ay yaptığı açıklamada, Afrika boynuzu ülkelerine mali ve
gıda yardımı yapacağını bildirdi. Fakat Avrupa hayır kurumu Aksfam, Avrupalı
ülkelerle uluslar arası kuruluşların ve insani yardım kuruluşlarının yeterli
miktarda Afrika halkına yardım yapmadıklarını belirtti. Batılı ülkelerin insani
yardımları geciktirmeleri, çok sayıda insan'ın yetersiz beslenmeden dolayı
ölmesine sebep oldular. Afrika halkına göre, batılı ülkelerin sömürgeci
politikaları, iklim şartlarının değişmesi, seralaşmalar, batılı devletlerle
bazı devletlerin seralaşma sürecini önleme anlaşmasını ihlal etmeleri, kuraklık
ve bitki örtüsünün yok edilmesi, geleneksel tarım ve hayvancılık, Afrika'daki
gıda kıtlığı ve açlığın en büyük nedenleri sayılıyor. iklim değişikliği yağmur
dönemlerini düzensizleştirip, kuraklığın artmasına neden olurken, diğer yandan
da hızla büyüyen nüfusun gıda ihtiyacı artıyor. Halk elinde daha fazla hayvan
bulundurmak istiyor, otlaklar yok oluyor, çiftçiler tarlalarını nadasa
bırakamıyor ve ateş yakabilmek için ağaçlar kesiliyor. Tüm bunlar kırılması güç
bir kısırdöngü yaratıyor. İnsanlarsa açlıktan dolayı ölüyorlar.004/0011
Birleşmiş
Milletler Kalkınma Programı
Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı (UNDP), Birleşmiş Milletler'in küresel kalkınma ağı oluşturmak için
kurduğu bir programdır. Özellikle gelişmekte olan ülkelere odaklanarak, insanların
daha iyi yaşam standartlarına sahip olmaları için gerekli olan bilgi, deneyim
ve kaynakları sağlar. UNDP, bu amaç doğrultusunda hükümetler, sivil toplum
kuruluşları, akademi ve iş çevreleri ile işbirliği yaparak kalkınma çalışmaları
yapar.
Konu
başlıkları
|
UNDP'nin Misyonu [değiştir]
Merkezi New York’ta bulunan
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, üye ülkelerdeki gönüllü katılımcılardan
oluşmuştur. Kurumun 166 ülkede, yerel hükümetlerle birlikte çalışarak
kalkınmaya destek olan ofisleri bulunur. UNDP aynı zamanda, uluslararası
düzeyde yaptığı çalışmalar ile Binyıl Kalkınma Hedefleri’ne ulaşmaları yolunda
ülkelere yardımcı olur. UNDP, uzman görüşleri, eğitimler ve destek fonları
sunarak özellikle az gelişmiş ülkelere destek olur. UNDP, Binyıl Kalkınma
Hedefleri’ne ulaşmak ve küresel kalkınmayı desteklemek için yoksulluğun azaltılması,
demokratik yönetişim, enerji ve çevre, sosyal kalkınma, kriz önleme ve atlatma
konuları üzerinde çalışır. Aynı zamanda, insan haklarının korunmasını ve
kadının güçlendirilmesini de destekler. Tüm bu çalışmaları ve projelerinin yanı
sıra, Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu ofisi de, her yıl kalkınma
sürecini değerlendiren ‘İnsani Gelişme Raporu’nu yayınlar. Bu küresel rapora ek
olarak, bölgesel, ulusal ve bölgesel İnsani Gelişme Raporları da yayınlanır.
Kuruluşu [değiştir]
Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı, 22 Kasım 1965’te, EPTA( Teknik Yardım Genişletilmiş Programı) ve
Birleşmiş Milletler Özel Fonu’nun ortaklığı ile kurulmuştur. 1971’e
gelindiğinde, iki kurum da UNDP adı altında birleşmiştir. Özel Fon Birleşmiş
Milletler’in teknik yardımının kapsama alanını genişletmek için çalışırken,
EPTA da gelişmemiş ülkelerin ekonomik ve politik problemlerine yardımcı olmak
için çalışır.
Yönetim [değiştir]
Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı Başkanı, Genel Sekreterlik tarafından atanır ve Genel Kurul tarafından
dört yıl süreyle onaylanır. Program Başkanı, Birleşmiş Milletler Genel Sekreter
Yardımcısı seviyesindedir ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’ndaki sorumluluklarının
yanı sıra, Birleşmiş Milletler Kalkınma Grubu’nun da başında yer alır. Yeni
Zelanda’nın eski başbakanı Helen Clark, şu anda Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı başkanlığını yürütmektedir. Adaylığı hem kendi ülkesi hem de
Avustralya, Pasifik, İngiltere ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı yönetim
kurulunda yer alan, Haiti, İran, Sırbistan, Hollanda ve Tanzanya tarafından
desteklenmiştir. 2009 yılında, Kemal Derviş’ten sonra, Birleşmiş Milletler
Kalkınma Programı başkanı olarak atanmıştır.
Başkan Vekili [değiştir]
Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı, başkanın yönettiği Birleşmiş Milletler Kalkınma Grubu toplantılarında
Başkan Vekili ile temsil edilir. Şu an bu görevi, 1 Şubat 2010’da atanan
Rebecca Grynspan yürütmektedir.
Başkan Yardımcısı [değiştir]
Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı başkan yardımcılığını Afrika adına Tegegnework Gettu(Etiyopya), Arap
Birlikleri adına Sima Sami Bahous( Ürdün), Asya ve Pasifik adına Ajay
Chhibber(Hindistan), Bağımsız Devletler Topluluğu ve Avrupa adına Cihan
Sultanoğlu( Türkiye), Latin Amerika ve Karayipler adına Heraldo Munoz
Valenzuela(Şile) ve Danimarka adına Jens Wandel yürütmektedir.
Eski Başkanlar [değiştir]
Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı’nın ilk başkanı, Marshall Planı'nı uygulamaya koyan eski Ekonomik
İşbirliği Yönetimi başkanı Paul G. Hoffman’dır. Onu takiben, Massachusetts
eyaletinin eski cumhuriyetçi milletvekili Bradford Morse, William Draper, Dünya
Bankası’nda Dış İlişkiler Başkan Yardımcılığı yapmış olan Marm Malloch Brown,
Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı’nın eski başkanı Kemal Derviş, UNDP
başkanlığını yürütmüştür.
Birleşmiş Milletler
Koordinatörü [değiştir]
Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı, Birlemiş Milletler’in kalkınma alanındaki faaliyetlerinde, Birleşmiş
Milletler Kalkınma Grubu’nun lideri ve mukim koordinatör olarak yer alır.
Birleşmiş Milletler
Kalkınma Grubu [değiştir]
Bu grup, Birleşmiş Milletler’in
ulusal düzeyde etkisini artırmak adına 1997 yılında Genel Sekreterlik
tarafından kurulmuştur. Birleşmiş Milletler Kalkınma Grubu, işlevsel grupları
bir araya getirerek kalkınma alanında çalışır. Grup, Birleşmiş Milletler
Kalkınma Programı Başkanı tarafından yetkilendirilir. Birleşmiş Milletler
Kalkınma Grubu, kurumların beraber çalışarak ülke sorunlarını analiz etmesi,
destek programlarını planlaması ve uygulaması, sonuçların değerlendirilmesi ve
değişimin savunulmasına olanak tanıyan plan ve yöntemler geliştirir. Bu
girişimler, Birleşmiş Milletler’in Binyıl Kalkınma Hedefleri’ne ulaşmada
ülkelere yardımcı olmasını sağlar. Otuz iki Birleşmiş Milletler kurumu bu
grubunun bir parçasıdır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Grubu’nun yönetim kurulu,
UNICEF(Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu), UNFPA(Birleşmiş Milletler
Nüfus Fonu), WFP(Dünya Gıda Programı) ve UNDP( Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı) olmak üzere dört kurucu üyeden oluşur.
Mukim Koordinatörlük
Sistemi [değiştir]
Mukim koordinatörlük sistemi,
Birleşmiş Milletler’in, sahadaki kalkınma faaliyetleri ile ilgilenen tüm
kuruluşlarını koordine eder. Ulusal düzeydeki işlevsel faaliyetlerin
etkinliğini ve verimliliğini artırmak için Birleşmiş Milletler’in farklı
kuruluşlarını bir araya getirir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
tarafından kurulan, atanan ve yönetilen Mukim Koordinatörlükleri, 130 ülkede
yer alan Birleşmiş Milletler ülke temsilciliklerine yol gösterir. Aynı zamanda,
kalkınma faaliyetlerinde de Genel Sekreterliği temsil eder. Mukim
Koordinatörleri, yerel hükümetlerle beraber çalışarak Birleşmiş Milletler’in
ilgi ve yetkilerini, Birleşmiş Milletler ailesinin desteği ve rehberliğinde
savunur.
İyi Niyet
Elçileri [değiştir]
Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı, diğer Birleşmiş Milletler kuruluşları ile birlikte birçok gönüllü ile
çalışmış ve göz önünde olan insanların İyi Niyet Elçisi veya gençlik temsilcisi
olmasını destekleyerek bu elçiler aracılığıyla önemli noktalara dikkat
çekilmesini sağlamıştır.
Evrensel Elçiler: Antonio Banderas, Nadine Gordimer, Misako
Konno, Ronaldo, Zinedine Zidane, Maria Sharapova, Aisam-ul-Haq Qureshi
Bölgesel İyi Niyet Elçileri: Arta Dobroshi, Muna Wassef, Hussein Fahmy,
Adel Emam, Khaled Abol Naga, Didier Drogba
İnsani Gelişim Onursal Elçisi: Ürdün Prensesi Basma bint Talal
Spor ve Kalkınma Onursal
Danışmanı: Syndiely
Wade
Gençlik Temsilcileri: Dikembe Mutombo, Baaba Maal, Maria de Lurdes
Mutola
UNDP Türkiye [değiştir]
UNDP, 177 ülkede, hükûmet ve
toplumla beraber çalışarak, küresel ve ulusal kalkınmanın önünde duran
sorunları çözmek için çalışır. Ulusal ve küresel desteği yanına alarak,
ulusların öncelikli olan kalkınma problemlerine odaklanır. UNDP’nin özellikle
üzerinde durduğu beş ana kalkınma hedefi vardır. Bunlar: demokratik yönetişim,
çevre ve enerji, HIV/AIDS, kriz önleme ve atlatma, yoksulluğun azaltılmasıdır.
UNDP, Türkiye’deki kalkınma önceliklerini hayata geçirebilmek adına, teknik
yardım ve kapasite geliştirme stratejileri sağlayarak devlet, sivil toplum,
akademisyenler ve uluslararası ortaklar ile beraber çalışır. Ankara’da
konumlanmış olan Merkez Ofisi’nin yanı sıra, 26 ilde daha ofisleri
bulunmaktadır. Türkiye’nin tüm illerini kapsayan birçok kalkınma projesinde,
uzmanlar, yerel yönetimler ve proje gönüllüleri ile beraber çalışır. Türkiye'de
öncelikli olarak dikkat aldığı kalkınma alanları, çevre ve enerji, demokratik
yönetişim ve yoksulluğun azaltılması olmak üzere üç tanedir.
1.Demokratik
Yönetişim [değiştir]
UNDP Türkiye, özelikle 1997’den
bu yana Türkiye’de demokratik yönetişimin gelişimi için, devletle ve sivil
toplum örgütleri ile bir araya gelerek birçok alanda çalışmalarda bulunur. Bu
çalışmalarda özellikle, sivil katılım, herkes için adalete erişim, yerinden
yönetim ve ulusal bir insan hakları sisteminin desteklenmesinden oluşan dört
temel başlığa odaklanıyor. UNDP Türkiye’nin bu alanda yaptığı en kapsamlı
çalışmalar sivil katılımın gelişmesi alanında uygulanan projelerden oluşur.
Oluşturulan Yerel Yönetim Reformu ile, amacı karar alma süreçlerine sivil
toplumun dahil edilmesi olan Yerel Gündem 21 Programı, bu alanda uluslar arası
övgüler aldı. Yerel Gündem 21 ile, ilgili ortak paydaşlar, yerel idareler, kamu
kurumları ve sivil toplum örgütleri arasında bir bağ oluşturarak işbirliği
oluşturdu. Bu program sayesinde, artık Türkiye’nin her şehrinde kurulması yasal
bir zorunluluk olan, toplumun her kesimini bir araya getiren şehir konseyleri
oluşturuldu.
2.Yoksulluğun
Azaltılması [değiştir]
1990’dan beri UNDP’nin
Türkiye’deki öncelikleri arasında yoksulluğun azaltılması bulunuyor. UNDP,
ekonomik kaynaklara erişim, yoksullukla mücadelenin ülke politikaları arasında
olması ve yoksulların sesini duyurması için ülkelere yöntem geliştirmeleri
konusunda destek oluyor. Türkiye’de, günlük olarak 1 ABD dolarının altında
yaşayan insanları temsil eden aşırı yoksulluların oranı düşük olsa da
nüfusun %18,5’i besin ve besin dışı alanda yoksullukla mücadele ediyor.
UNDP Türkiye, kaynak idaresi, yardım programları ve bölgesel eşitsizliklerin
azaltılması gibi alanlarda politika önerileri ve uzmanlık hizmeti sunarak
Türkiye’de yoksulluğun azaltılmasına yardım ediyor. Türkiye’nin birçok
ülkesinde
3.Çevre
ve Enerji [değiştir]
UNDP, su kıtlığı, iklim
değişikliği, temiz ve ucuz enerji kaynaklarının eksikliği gibi çevresel
sorunların çözümünde ülkelere destek olur. UNDP Türkiye, Türkiye’nin bu
konulardaki problemlerine çözüm bulması için sivil toplum kuruluşları, kamu ve
özel sektör ortakları ile beraber çalışarak çözüm önerileri sunar ve projeler
uygular. Yenilenebilir enerji, iklim değişikliği, toprak bozulması, su idaresi,
koruma altına alınan alanlar ve sürdürülebilir kalkınma sorunlarına çözüm
bulmak için Türkiye’nin uluslar arası müzakerelerde yer almasına ve kendi
politikalarını geliştirmesine yardımcı olur.
Faaliyetler [değiştir]
İnsani Gelişme Raporu [değiştir]
UNDP tarafından her yıl, insani
gelişme alanında gerçekleştirilen kayda değer ilerlemelerin belgelendiği İnsani
Gelişme Raporu yayınlanır. Bu raporda, önceki yıl dünya genelinde
gerçekleştirilen sosyal ve çevresel kalkınmalar için yapılan değerlendirmeler
ve gelecek dönem için analizler sunulur. UNDP Türkiye de, İnsani Gelişme
Raporu’nun hazırlanmasında bölgesel veriler sağlayarak raporun kapsamına destek
olur ve yayınlanmasından sonra bunu hem kurumlarla hem de toplumla paylaşır.
Yeni Ufuklar Dergisi [değiştir]
UNDP Türkiye, aylık olarak
hazırladığı Yeni Ufuklar dergisini web
sitesinde yayınlıyor.
Yeni Ufuklar bülteninde, hayata geçirilen projeler, kalkınma çalışmaları,
dünyadan haberler ve başarı öykülerine yer veriliyor.
Yeni Ufuklar Podcast
Yayınları [değiştir]
UNDP Türkiye, websitesi aracılığıyla
dünyada ve Türkiye'de gerçekleştirilen kalkınma çalışmalarını duyurur. UNDP
Türkiye ofisinin hazırladığı Podcast formatındaki radyo programlarında da UNDP
projeleri hakkında bilgi verilir. UNDP Türkiye iletişim ofisi tarafından
yapılan yayınlar Yeni Ufuklar programı, Radyo Ilef ve Açık Radyo'nun yanı sıra
birçok üniversite radyosunda da dinleyici ile buluşur. UNDP radyo programını
yayınlayan üniversiteler Ankara Üniversitesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi,
İstanbul Teknik Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Eskişehir Anadolu
Üniversitesi, Afyon Dumlupınar Üniversitesi, İzmir Ege Üniversitesi, Antalya
Akdeniz Üniversitesi, Mersin Üniversitesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi'dir.
Podcastlar iTunes ve Youtube üzerinden de yayınlanır.
Paçalarından sızanlar Afrika'ya yeter
13/10/2011 8:03
Yazı Boyutu
İstanbul
Üniversitesi'nin açılışında Erdoğan Batı'yı eleştirdi. "Her şey 5 ülkenin
iki dudağı arasında" diyen Erdoğan, "Somali'nin halini görüyorsunuz.
Artık yeni bir dünya inşa ediliyor ve bir çok ülke buna hazır değil" dedi.
Başbakan Erdoğan, İstanbul Üniversitesi’nin (İÜ) dün yapılan yeni akademik
yılı açılış töreninde yaptığı konuşmada, özellikle Afrika’daki açlık sorununa
dikkat çekerek, “188 ülkenin kaderi 5 ülkenin ağzında. Böyle olmaz. İnanın
pantolonlarının duble paçası içindeki kırıntıları versen ayağa kalkar Afrika”
dedi. Erdoğan, insanlığın bugünden yavaş yavaş şekillenmeye başlayan ve
nimetleri olduğu gibi mutlaka külfetleri de olacak yeni bir dünyaya doğru koşar
adım gittiğini söyledi.
Anayasada ön şart yok
Fen Fakültesi Ord. Prof. Dr. Cemil Bilsel Konferans Salonu’nda düzenlenen törende konuşan Erdoğan, hükümet olarak yeni bir anayasa çalışması başlattıklarını ve bu konuda üniversiteye büyük görev düştüğünü söyledi. Erdoğan, AK Parti ’nin 326 milletvekili olduğunu, “Milletvekili sayısına göre komisyonda yer alınmalı” demediklerini hatırlatarak, “Bizim de 3, 29 miletvekili olanın da 3, 53 olanın da 3, 100 kişi olanın da 3. Millet üzümü yesin diyoruz, bağcı ile işimiz yok” dedi.
Konuşmasında dünyadaki gelişmelere de ayrıntılı yer veren Başbakan, dünyada şu anda 193 BM üyesi ülke olduğunu, bunun 5 tanesi bir tarafa konulduğu zaman, 188 üyenin 5 üyenin ağzına baktığını belirterek, “Bütün kaderler onların elinde. BM, böyle adalet dağıtabilir mi? Güney Afrika’da, Somali’de hali görüyoruz. Sefalet... İnanın pantolonlarının duble paçası içindeki kırıntıları versen oraya ayağa kalkar Afrika” diye konuştu.
Erdoğan, insanlığın, bugünden yavaş yavaş şekillenmeye başlayan ve nimetleri olduğu gibi mutlaka külfetleri de olacak yeni bir dünyaya doğru koşar adım gittiğini de sözlerine ekleyerek, gelecek için pek çok toplum ve ülkenin yeterince hazırlıklı olmadığını ifade etti.
Açılışta öğrenciye gözaltı
Yeni akademik yılın açılışında öğrenciler açısından manzara yine değişmedi. Törene katılmak isteyen öğrencilere polis izin vermeyince arbede çıktı. İstanbul Üniversitesi Öğrenci Konseyi Genel Sekreteri Adnan Tetik gözaltına alındı.
Başbakan Tayyip Erdoğan üniversiteden ayrıldığı sırada konvoyu protesto eden ve pankart açarak parasız eğitim ile füze kalkanını protesto eden Gençlik Federasyonu üyesi yaklaşık 10 kişiye polis müdahale etti. Grup içerisinde Roman Çalıştayı’nda parasız eğitim pankartı açarak gözaltına alınan ve daha sonra tutuklanan Ferhat Tüzel ile Berna Yılmaz da vardı. ‘Parasız eğitim istiyoruz’ sloganı atan öğrencilerle birlikte 37 kişi gözaltına alındı.
Anayasada ön şart yok
Fen Fakültesi Ord. Prof. Dr. Cemil Bilsel Konferans Salonu’nda düzenlenen törende konuşan Erdoğan, hükümet olarak yeni bir anayasa çalışması başlattıklarını ve bu konuda üniversiteye büyük görev düştüğünü söyledi. Erdoğan, AK Parti ’nin 326 milletvekili olduğunu, “Milletvekili sayısına göre komisyonda yer alınmalı” demediklerini hatırlatarak, “Bizim de 3, 29 miletvekili olanın da 3, 53 olanın da 3, 100 kişi olanın da 3. Millet üzümü yesin diyoruz, bağcı ile işimiz yok” dedi.
Konuşmasında dünyadaki gelişmelere de ayrıntılı yer veren Başbakan, dünyada şu anda 193 BM üyesi ülke olduğunu, bunun 5 tanesi bir tarafa konulduğu zaman, 188 üyenin 5 üyenin ağzına baktığını belirterek, “Bütün kaderler onların elinde. BM, böyle adalet dağıtabilir mi? Güney Afrika’da, Somali’de hali görüyoruz. Sefalet... İnanın pantolonlarının duble paçası içindeki kırıntıları versen oraya ayağa kalkar Afrika” diye konuştu.
Erdoğan, insanlığın, bugünden yavaş yavaş şekillenmeye başlayan ve nimetleri olduğu gibi mutlaka külfetleri de olacak yeni bir dünyaya doğru koşar adım gittiğini de sözlerine ekleyerek, gelecek için pek çok toplum ve ülkenin yeterince hazırlıklı olmadığını ifade etti.
Açılışta öğrenciye gözaltı
Yeni akademik yılın açılışında öğrenciler açısından manzara yine değişmedi. Törene katılmak isteyen öğrencilere polis izin vermeyince arbede çıktı. İstanbul Üniversitesi Öğrenci Konseyi Genel Sekreteri Adnan Tetik gözaltına alındı.
Başbakan Tayyip Erdoğan üniversiteden ayrıldığı sırada konvoyu protesto eden ve pankart açarak parasız eğitim ile füze kalkanını protesto eden Gençlik Federasyonu üyesi yaklaşık 10 kişiye polis müdahale etti. Grup içerisinde Roman Çalıştayı’nda parasız eğitim pankartı açarak gözaltına alınan ve daha sonra tutuklanan Ferhat Tüzel ile Berna Yılmaz da vardı. ‘Parasız eğitim istiyoruz’ sloganı atan öğrencilerle birlikte 37 kişi gözaltına alındı.
Ban: Toplumu
şekillendiren kararlarda herkesin söz hakkı olmalı
|
Son
Güncelleme: 12/12/2012
|
10 Aralık, Ankara (BM Enformasyon Merkezi) - Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon, herkesin söylediklerinin dikkate
alınması ve toplumlarını etkileyen kararları şekillendirme hakkı olduğunu söyledi.
Ban, "Bu hak, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde kesin olarak dile
getirilmiş ve başta Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesinin 25.
maddesinde olmak üzere uluslarararası hukukla eksiksiz olarak
bütünleşmiştir" dedi.
Ban, 10 Aralık İnsan Haklar Günü vesilesiyle bir mesaj
yayınladı.
"Geçtiğimiz yüzyılda diğer alanlarla da
bütünleşmesi konusunda yadsınamayacak bir ilerleme kaydettik. Ancak, hala çok
fazla sayıda grup ve birey çok fazla sayıda engelle karşı karşıya kalıyor"
uyarısında bulunan Ban kadınların oy hakkı elde etmediği hemen hemen hiçbir yer
kalmadığını, ancak, hala parlamentolarda ve barış görüşmesi süreçlerinde, üst
düzey kamu görevlerinde, şirketlerin yönetim kurullarında ve diğer karar alıcı
mevkilerde kadınların çok düşük oranda temsil edildiğini vurduladı. Ban,
"Yerli halkların maruz kaldıkları ayrımcılık, haklarını tam olarak
kullanmalarını engelliyor. Dini ve etnik azınlıkların, ayrıca engelliler veya
farklı cinsel tercihleri ya da siyasi görüşleri olanların önemli kurumlar ve
süreçlerde yer almalarının önüne setler çekiliyor. Kurumlarda ve kamusal
görüşmelerde toplumun tüm taraflarının temsil edilmesi gerekiyor" dedi.
Daha genel bir bakış açısıyla dünyanın pek çok
bölgesinde demokratik yönetim konusunda zar zor elde edilmiş haklara yönelik
ciddi tehtidler olduğunun görüldüğünü belirten Ban, "Bazı ülkelerde sivil
toplum grupları artan oranda baskı ve kısıtlama ile karşı karşıya kalıyor.
Sivil toplum örgütlerini özellikle hedef alan ve bu kuruluşların faaliyette
bulunmalarını neredeyse imkansız hale getiren yasalar çıkarılıyor. Demokrasi
savunucularına yönelik yeni çatışmacı tedbirler ortaya konuyor. Bu geriye
gidişten hepimiz endişe duymalıyız" dedi.
İyi bir sicile sahip ülkelerde dahi iyileştirme
gerekebilecek alanların bulunduğunu iafede eden Genel Sekreter, "Henüz
hiçbir ülke, topraklarında yaşayan herkesin seçilme ve kamu hizmetlerine eşit
erişim dahil olmak üzere kamu yönetimine tam olarak katılmasını sağlayamadı.
Yeni haklar tanımak ya da adil olmayan yasaları kaldırmak her zaman tek başına
yeterli olmuyor. Çoğu kez ayrımcılık uygulamada varlığını sürdürüyor ve
aşılması zor engeller ve zihniyetin yaratılmasına yol açıyor" dedi.
Bir ülkenin refahı ve işleyişi açısından sivil toplum
gruplarının anahtar rol oynadığını belirten Ban, Birleşmiş Milletler'in bu
grupları baskı altında tutmaya yönelik tedbirleri reddettiğini söyledi. Ban,
"Bu nedenle bu yıl ki İnsan Hakları Gününde Birleşmiş Milletler kamusal
hayata katılım ve bağlantılı hakları yani ifade ve fikir özgürlüğü ve şiddet
içermeyen toplantı ve örgütlenme haklarına vurgu yapıyor" dedi.
Ban mesajına "Uluslararası hukuk sarihtir: Kim
olursanız olun, nerede yaşarsanız yaşayın, sözlerinizin önemi vardır. Gelin,
İnsan Hakları Gününde sözlerimizin dikkate alınması hakkını savunalım"
diyerek son verdi.
''Dış politika eleştirilerine cevap
oldu''
AK Parti'li Yerlikaya: ''Filistin'in BM'deki zaferi,
dış politikadaki gücümüzün göstergesi''
AK Parti Konya Milletvekili İlhan Yerlikaya, Filistin'in
Birleşmiş Milletler'de ''Üye Olmayan Gözlemci Devlet Statüsü'' kazanmasının
önemine değinerek, ''BM'deki oylama 'Türkiye dış politikada yanlış yapıyor'
diyenlere dış politikada ne kadar etkili olduğumuzu göstermiş, Hükümetimizi
Amerika'nın uşaklığını yapmakla suçlayanlara da tokat gibi cevap olmuştur''
dedi.
Yerlikaya, yaptığı açıklamada, daha önce BM'de Gözlemci Kuruluş
olarak temsil edilen Filistin'in geçtiğimiz günlerde yapılan oylamayla ''Üye
Olmayan Gözlemci Devlet'' statüsü kazandığını anımsattı.
Bu kararın Filistin'e uluslararası meşruiyet kazandırma noktasında da atılmış önemli bir adım olduğunu ifade eden Yerlikaya, BM'nin 29 Kasım 2012'de genel kurulda oylama sonucu aldığı kararı tarihi bir karar olarak nitelendirdi.
Mavi Marmara hadisesi dönüm noktası
Yerlikaya, Mavi Marmara olayının bir dönüm noktası olduğunu vurgulayarak, şunları kaydetti:
''O gemide bulunan Türk vatandaşlarının yanında Amerikalı ve Avrupalı gönüllülerin maruz kaldığı kötü muamele ve ölümler İsrail'in uluslararası arenada tamamen yalnız kalması sonucunu doğurmuştur.
Bu kararın Filistin'e uluslararası meşruiyet kazandırma noktasında da atılmış önemli bir adım olduğunu ifade eden Yerlikaya, BM'nin 29 Kasım 2012'de genel kurulda oylama sonucu aldığı kararı tarihi bir karar olarak nitelendirdi.
Mavi Marmara hadisesi dönüm noktası
Yerlikaya, Mavi Marmara olayının bir dönüm noktası olduğunu vurgulayarak, şunları kaydetti:
''O gemide bulunan Türk vatandaşlarının yanında Amerikalı ve Avrupalı gönüllülerin maruz kaldığı kötü muamele ve ölümler İsrail'in uluslararası arenada tamamen yalnız kalması sonucunu doğurmuştur.
FİLİSTİN SORUNU, BM VE TÜRKİYE
Ortadoğu’nun
istikrarını ve geleceğini yakından ilgilendiren en önemli husus olarak
değerlendirebileceğimiz Filistin meselesi bağlamında geçen hafta önemli bir
gelişme yaşandı. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, İsrail’in
kurulmasından yalnızca 6 ay kadar önce 29 Kasım 1947 tarihinde Araplarca
reddedilen “iki devletli çözüm” unsuru, geçtiğimiz hafta BM’nin Filistin’i “üye
olmayan gözlemci devlet” statüsü ile kabul etmesi ile resmen tanınmıştır. Bu gelişme,
Filistinlilerin ortaya koydukları hak taleplerinin ve siyasal bağımsızlık
istencinin BM üyeleri tarafından kabul edildiği anlamına gelmektedir. Bu durum,
İsrail’in Filistin Sorunu’nun çözümü noktasında ortaya koyduğu isteksiz ve
kayıtsız tutumun değişeceğine delalet eden en önemli faktörlerden biri haline
gelmiştir. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun, alınan bu kararın Filistin
Sorunu’nun çözümü çerçevesinde herhangi bir etkisinin olmayacağına dair
söylemleri ise ülkesinin gerek BM gerekse de uluslararası arenada içerisine
sürüklendiği yalnızlığı gizlemeye yönelik taktiksel bir girişimdir. Zira
geçtiğimiz günlerde yaşanan Gazze Operasyonu çerçevesinde de görülmüştür ki,
İsrail ve onun en yakın müttefiki ABD’nin Filistin meselesi ekseninde ortaya
koydukları tezler kabul görmemektedir.
Filistin’in
BM tarafından “üye olmayan gözlemci devlet” olarak kabul görmesi, İsrail’in
işine gelmemektedir. Nitekim İsrail, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te sürdürdüğü
işgali sürekli kılmak istemekte ve bu bölgelerde yeni yerleşim birimleri
kurarak topraklarını genişletme hedefindedir. Bu güne değin İsrail’in
karşısında “devlet” olarak tanınan bir yönetim olmadığı için, Batı Şeria ve
Doğu Kudüs’teki işgalin devamlılığı ve uluslararası meşruiyeti noktasında
herhangi bir endişe duyulmamıştır. Aynı şekilde, İsrail’in Gazze’ye yönelik
olarak uyguladığı ambargo ve tedhiş hareketleri de Hamas ile mücadele ekseninde
meşrulaştırıldığı için Netanyahu ve öncüllerine hareket edebilecekleri ve
saldırı-işgal sarmalında yürüttükleri politikalarını uygulama alanına
koyabilecekleri bir alan sağlanmış oluyordu. Ne var ki, BM’nin aldığı karar
sonrası Filistin bir devlet olarak kabul gördüğü için, İsrail’in El Fetih-Hamas
çatışması ekseninde yürüttüğü ve kendisine yönelik terör eylemleri bağlamında
anlamlandırdığı saldırgan dış politikası da boşa çıkarılmıştır. Nitekim BM
nezdindeki girişimler çerçevesinde Filistin’deki bölünmüşlük bir yana
bırakılmış ve Hamas geri plana çekilerek Mahmud Abbas’ı devlet başkanı olarak
ön plana çıkarmıştır. Bu durum, önümüzdeki dönemde Gazze merkezli Hamas
yönetimi ile Batı Şeria’daki El Fetih arasında bir yönetimsel ittifakın ortaya
çıkabileceğini de göstermektedir. Önümüzdeki dönemde Mahmud Abbas’ın devlet
başkanı olduğu ve İsmail Haniye’nin başbakanlık koltuğunda oturduğu bir
Filistin görmemiz olasıdır. BM’nin aldığı karar, Filistin Devleti’nin
topraklarının 1967 yılındaki sınırlar bağlamında ele alındığını ve Doğu
Kudüs’ün Filistin’in başkenti olarak görüldüğünü de kanıtlamaktadır. Yani
İsrail’in bugünkü sınırları da BM nezdinde kabul görmemektedir. Bu durum,
İsrail’in bir devlet olarak siyasal meşruiyetinin de tartışmalı hale geldiğini
göstermektedir. Zira bu devletin mevcut sınırları BM tarafından kabul
görmemekte ve İsrail “resmen” işgalci olarak resmedilmektedir. Açıkçası BM’nin
aldığı bu karar sonrası İsrail’deki milliyetçi-muhafazakâr “şahin” kesimin
etkinliğinin artması olasıdır. Kararın İsrail’deki seçimlerden hemen önce
alınmış olması, ulusal güvenlik endişelerini ön plana çıkartarak oy toplayan
Netanyahu ve Lieberman’ın işine yarayacaktır. Nitekim dünyanın dört bir
yanından farklı toplumsal grupların bir araya geldiği İsrail’in bir numaralı
gündem maddesi ve toplumsal uzlaşı noktası her zaman için ulusal güvenlik
kaygıları olmuştur.
BM’nin
Filistin’e “üye olmayan gözlemci devlet” statüsünü tanıması, ABD tarafından
sürekli olarak altı çizilen ve Türkiye dâhil tüm küresel ve bölgesel aktörlerin
onayladığı “iki devletli çözüm” ihtimalini meşrulaştıran bir girişim olmuştur.
Nitekim bugüne değin “iki devletli çözüm” noktasında İsrail ile müzakere eden
bir Filistin “devletinin” varlığından söz etmek mümkün değil iken, BM kararı
neticesinde Filistin’in devlet olarak varlığı onaylanmıştır. ABD-İsrail
ikilisinin, “iki devletli çözüm” önerisini desteklemelerine karşın Filistin’in
BM tarafından gözlemci devlet statüsüne yükseltilmesini reddetmelerinin en
önemli nedeni, bu üyelikle birlikte Filistin’in bir “devlet” olarak
Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvuru hakkını elde etmiş olmasıdır. Bundan
böyle Filistin, İsrail’in Doğu Kudüs ve Batı Şeria’daki işgal hareketlerini,
yasadışı konut projelerini, Gazze’ye uyguladığı ablukayı ve insan haklarına
aykırı eylemlerini Uluslararası Ceza Mahkemesi (International Court of
Justice-ICJ)’ne götürme ve İsrail’in cezalandırılmasını isteme hakkına
sahiptir. Bu hakkın kullanılması halinde çok sayıda İsrailli güvenlik görevlisi
ve devlet adamının ceza alması olasılığı ortaya çıkacaktır. Her ne kadar
Filistin, barış görüşmelerini yeniden başlatabilmek için bu hakkını “şimdilik”
kaydıyla kullanmayacağını açıklasa da, Filistin’in böyle bir silaha sahip
olması İsrail’i ve onun müttefiki ABD’yi endişelendirmektedir.
Filistin
Davası’nın en önemli savunucusu haline gelmiş olan Türkiye ise, ABD ile karşıt
kamplarda yer almış olmasına karşın Filistin için BM nezdinde etkili bir lobi
yürütmüştür. Gazze Krizi’nin sonlanması noktasında Mısır ve Katar ile birlikte
elde ettiği diplomatik başarının ardından şimdi de Filistin’in BM tarafından
“üye olmayan gözlemci devlet” statüsü elde etmesi noktasında Türkiye’nin çok
büyük bir rolü olmuştur. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun BM’de Mahmud
Abbas’ın hemen ardından yaptığı konuşma ve gösterdiği diplomatik etkinliğin
katkısı yadsınamaz. Zaten Mahmud Abbas da oylamanın hemen ardından Davutoğlu
ile bir araya gelmiş ve teşekkür etmek için New York’taki Türk Evi’ni ziyaret
etmiştir.
Filistin’in
BM tarafından “gözlemci devlet” olarak tanınması, diğer devletsiz halkları da
Filistin’in izlediği yolu izlemeye itebilir. Bu noktada aklımıza gelen ilk
örnek KKTC’dir. Ne var ki, KKTC, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir parçası olarak
görülmektedir. Rum ve Türk tarafları, BM nezdinde görüşmeler yürütmekte ve iki
toplumlu bir federasyon tek çözüm yolu olarak kurgulanmaktadır. Filistin’in
aksine KKTC’nin uluslararası arenada destekçisi de yoktur. KKTC olmasa da,
Rusya’nın yardımıyla Gürcistan’dan ayrılan Abhazya ve Güney Osetya ile
Moldova’daki Transdinyester Bölgeleri Filistin’in yolunu izlemek isteyebilir.
Üstelik bu bölgelerin en önemli destekçisi Rusya’dır ve Rusya, BM nezdindeki
oylamaları etkileyebilecek bir küresel aktördür. Yani Filistin’in elde ettiği
bu başarı hukuksal anlamda bir “emsal” teşkil etme özelliğine sahiptir.
Türkiye’nin en çok dikkat etmesi gereken husus ise, federe bir devlet olan ve
son dönemde Irak merkezi hükümeti ile çok büyük yönetimsel ve siyasal sorunlar
yaşayan Bölgesel Kürt Yönetimi olmalıdır. Zira bu bölgenin ABD ve İsrail gibi
çok önemli iki destekçisi bulunmaktadır ve ilerleyen dönemde Filistin’in yolunu
izleyebilir.
Dr.
Göktürk TÜYSÜZOĞLU
''Filistin davası BM'nin davası''
Dışişleri
Bakanı Davutoğlu Filistin'in gözlemci devlet statüsüne getirilmesi ile ilgili
açıklama yaptı.
Haber
Tarihi: 30 Kasım 2012 / 11:25
Dışişleri
Bakanı Ahmet Davutoğlu, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nda yapılan
oylamada Filistin'e "gözlemci devlet" statüsünün verilmesiyle artık
Filistin toprağının İsrail tarafından işgal edildiği gerçeğinin göz ardı
edilemeyeceğini söyledi.
Oylamanın ardından Türkevi'nde gazetecilere açıklamalarda bulunan Davutoğlu, "Filistin'e verilmiş olan bütün sözlere rağmen, Filistin devleti, devlet statüsü ile BM'de yer almıyordu. Son yıllarda Türkiye'nin de açık desteği ile bu konuda ciddi bir süreç başlatılmıştı. Maalesef BM GüvenliK Konseyi'nde istenen netice hasıl olmadığı için, bu kez BM Genel Kurulu'nda üye olmayan devlet statüsü müracaatı gerçekleşti. Böylece 'Filistin Otoritesi' lafzı yerine 'Filistin Devleti' var. BM'de özel statüye sahip bir Filistin devleti var" şeklinde konuştu.
Oylamanın ardından Türkevi'nde gazetecilere açıklamalarda bulunan Davutoğlu, "Filistin'e verilmiş olan bütün sözlere rağmen, Filistin devleti, devlet statüsü ile BM'de yer almıyordu. Son yıllarda Türkiye'nin de açık desteği ile bu konuda ciddi bir süreç başlatılmıştı. Maalesef BM GüvenliK Konseyi'nde istenen netice hasıl olmadığı için, bu kez BM Genel Kurulu'nda üye olmayan devlet statüsü müracaatı gerçekleşti. Böylece 'Filistin Otoritesi' lafzı yerine 'Filistin Devleti' var. BM'de özel statüye sahip bir Filistin devleti var" şeklinde konuştu.
BM'de
"gözlemci devlet" statüsünün önemli bir aşama olduğunu dile getiren
Davutoğlu, "Bu artık ortada bir devlet vakıasının, bir devletin toprağının
işgal edildiği gerçeğinin göz ardı edilemeyecek bir tablo bu şekilde
hukukileşmiş oluyor" dedi.
"FİLİSTİN
DAVASI ARTIK BM DAVASI OLARAK BENİMSENMİŞ OLDU"
Dışişleri
Bakanı Davutoğlu, "İkincisi de, tabi bu netice alınırken elde edilirken oy
sayısı. 138 oyla bu kabul edildi. Filistin devletini tanıyan 132 ülke vardı, bu
rakamı da aşan bir oyla kabul edildi. Tabi yine önemli olan sadece 9 ülkenin
buna hayır oyu vermesi, geri kalanlarının çekimser olması. Bu şu demektir,
uluslar arası topluk kahir ekseriyetiyle artık Filistin davasını, bir Birleşmiş
Milletler davası olarak benimsemiş demektir" diye konuştu.
"TEK
TEK ÜLKELERİ GÖZDEN GEÇİRDİK, BAZEN BEN, BAZEN BİZZAT BAŞBAKAN VE CUMHURBAŞKANI
ÜLKELER NEZDİNDE DEVREYE GİRDİ"
Filistin'in
BM Genel Kurulu'nda istediği sonuca ulaşabilmesi için Türkiye'nin perde
arkasında yoğun bir çaba sarfettiğini anlatan Davutoğlu, "Bu kadar yüksek
bir oy oranını pek çok kişi beklemiyordu. Sayın Abbas ile aslında daha önce de
bu süreç başladığı andan itibaren Filistin temsilcileri ile tek tek ülkeleri
gözden geçirdik. Bazen ben, bazen bizzat Başbakan, bazen Cumhurbaşkanımız
devreye girerek bu ülkeler nezdinde girişimlerde bulundu" dedi.
Davutoğlu,
"Son olarak geçen üç hafta önce bu girişimin başlangıcını Ankara'da, Mısır
ve Filistin dışişleri bakanları ile yapmıştık. Ondan bir ay kadar önce de Sayın
Abbas Ankara'ya geldiğinde, bu konuda gerekli girişimleri yapmaları için, bütün
temsilciliklerimize talimat göndermiştik" şeklinde konuştu.
"BU,
BÜYÜK IZDIRAP ÇEKEN FİLİSTİN HALKININ ZAFERİDİR"
Davutoğlu
konuşmasına şöyle devam etti:
"Bugün
aldığımız oy Filistin halkının zaferidir. Çok büyük ıstıraplar çekmiş olan, bu
uğurda şehitler vermiş olan Filistin halkı bugün ilk defa BM'den elle tutulur
bir netice almış oldu. Hep süreçler tehir ediliyordu. Yol haritası vardı,
birçok kavramlar üretildi, birçok süreç başlatıltı. Bugün itibariyle Filistin
halkı, bugün için çaba sarfedenler, emek sarfedenler, kan dökenler, ter
dökenlerin emeğinin karşılığı bir netice alındı. Öncelikle Filistin halkını,
sonra da Filistin yönetimini, Gazze yönetimini tebrik etmek lazım. Sayın Mahmud
Abbas ve ekibini de bu konuda kutlarım. Tabi bu meseleye başından itibaren
sahip çıkan, Türkiye başta olmak üzere bütün destekçi ülkeleri bu konuda tebrik
etmek gerekiyor. Hayırlı olsun. Biraz önce bundan sonra atılacak adımları da
içeride konuştuk. Bundan sonra da desteğimiz devam edecek."
"FİLİSTİN
İSTERSE İSRAİL İŞGALİNE KARŞI ULUSLARARASI CEZA MAHKEMESİ'NE BAŞVURABİLİR"
Devlet
olma sürecinde, BM Güvenlik Konseyi'nde Filistin'in tam üyelik müracaatının
durduuğunu söyleyen Davutoğlu, "Bundan sonra bir kere buradaki prosedürün,
herşeyin değişmesi lazım. Filistin adının devlet olarak anılması lazım, birçok
prosedürün başlaması lazım" dedi.
Dışişleri
Bakanı Davutoğlu, bir soru üzerine, UCM'ye başvurulmayacağına dair Filistin
tarafından bir garanti verilmesinin sözkonusu olmadığını belirten Davutoğlu,
"Filistin devleti, üye olarak kabul edildiğinde doğacak haklarını her an
kullanma hakkına sahiptir. Bu hakkın kullanılmasını istemeyenler, İsrail'e de
dönüp, 'artık şu yerleşimleri durdur da Filistin devleti bu yola başvurmasın!'
demeleri lazım. Filistin Devleti'ne sürekli baskı yapmakla bölgede barış
sağlanmaz. Hep Filistinliler üzerinde baskı uygulandı, hep onlara müracaat
etmeyin başınıza şu gelir, şunu yapmayın şu sonuçlar... Peki İsrail'in yaptığı
hukuk dışı uygulamaların müeyyidesi ne? O müeyyide yok. Şimdi aslına bakarsanız
bir müeyyide de doğmuş oluyor. Yani Filistin devleti, bu işlenen suçlar
dolayısıyla mahkemeye başvurabiliyor. Başvurur mu, o onların vereceği karar.
Hangi şatlarda başvurur, nasıl olur? Ama kimse artık bundan sonra böyle bir
sınırlama getiremez. Tabi böyle bir gerginlik ortamı oluşsun kimse
istemez" ifadelerini kullandı.
"FİLİSTİN
BAYRAĞININ DOĞU KUDÜS'TE DALGALANMASI LAZIM"
Davutoğlu,
"Önemli olan şu andan itibaren, yeni bir barış sürecinin başlamasıdır.
Önce Filistinliler arasında uzlaşı sürecinin gerçekleşmesidir. Bu konuyu da
Sayın Abbas ve Halid Meşal ile konuşmuştuk. Bugün Filistinliler için bir düğün
günüdür, bir bayramdır. Ama bütün Filistinlilerin bunu kutlayabilir olması
lazım. Dolayısıyla Filistinliler arasındaki birliğin, beraberliğin sağlanması
lazım. Sayın Abbas'la bu önemli diplomatik zaferden sonra, bir teşekkür ifadesi
olarak, ilk ziyaretlerden birini Türkiye'ye yapmak istediğini söyledi"
dedi.
Bakan
Davutoğlu konuşmasını şu sözlerle tamamladı:
"Barış
sürecinin bir an önce tekrar uyandırılması lazım, ama bu sefer Filistin
devletini doğuracak şekilde, Filistin devletini tam üye olarak ve sadece şimdi
burada hukuki bir karar alındı. Ama alanda da Filistin devletinin sınırlarının
belli olması lazım, o sınırlara herkesin saygı göstermesi lazım, o bayrağın
Doğu Kudüs'te dalgalanması lazım, Filistin toprağıdır Doğu Kudüs. Barışı
sağlayacak olan bir süreç işleyecekse, herkesin buna odaklanması lazım. Yoksa
Filistin devleti üzerine baskıy apmaya odaklanılırsa istenen netice hasıl
olmaz."
İHA
Kaynak : http://www.haber3.com/filistin-davasi-bmnin-davasi-1641476h.htm#ixzz2FGFOKLZeBM'de Filistin için tarihi karar!
|
Bu Sayfayı
Yazdır
|
2012-11-30 02:35:44
Filistin , Birleşmiş Milletler 'de (BM ) üye olmayan gözlemci
devlet statüsü kazandı. Oylamada 138 ülke evet, 9 ülke hayır oyu kullanırken 41
ülke çekimser kaldı...
Böylece BM'de üye olmayan gözlemci devlet statüsü kazanan Filistin, BM sistemindeki temsil imkanını bir adım ileriye taşıdı. Filistin bu kararla İsrail'in işgali, illegal yerleşimleri ve saldırılarını Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne taşıyabilecek.
Geçen yıl tam üyelik başvurusu yapan Filistin'in bu talebi Güvenlik Konseyi'nde engellenmiş ancak UNESCO'ca kabul edilmişti. ABD, bu nedenle UNESCO'ya yaptığı yardımları azaltmıştı...
Bu sonucun ardından ABD'nin diğer organizasyonlara yaptığı yardımlarda da azaltmaya gidebileceği, İsrail'in ise yerleşim faaliyetlerine hız verebileceği belirtiliyor.
BAKAN DAVUTOĞLU, BM'DE KONUŞTU
Filistin'in BM'deki statüsünün ''gözlemci kuruluş''tan ''üye olmayan gözlemci devlet'' statüsüne yükseltilmesinin oylandığı BM Genel Kurulu toplantısında konuşan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu , "Biz Türkiye olarak Filistin'in yanında olmaya devam edeceğiz.", "İsrail'in Filistin'i reddetmesi mantıklı değil." ve "Şimdi değilse Filistin ne zaman devlet olacak" sözleriyle Türkiye'nin desteğini ortaya koydu...
Davutoğlu'nun konuşması sık sık alkışlarla kesildi.
Böylece BM'de üye olmayan gözlemci devlet statüsü kazanan Filistin, BM sistemindeki temsil imkanını bir adım ileriye taşıdı. Filistin bu kararla İsrail'in işgali, illegal yerleşimleri ve saldırılarını Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne taşıyabilecek.
Geçen yıl tam üyelik başvurusu yapan Filistin'in bu talebi Güvenlik Konseyi'nde engellenmiş ancak UNESCO'ca kabul edilmişti. ABD, bu nedenle UNESCO'ya yaptığı yardımları azaltmıştı...
Bu sonucun ardından ABD'nin diğer organizasyonlara yaptığı yardımlarda da azaltmaya gidebileceği, İsrail'in ise yerleşim faaliyetlerine hız verebileceği belirtiliyor.
BAKAN DAVUTOĞLU, BM'DE KONUŞTU
Filistin'in BM'deki statüsünün ''gözlemci kuruluş''tan ''üye olmayan gözlemci devlet'' statüsüne yükseltilmesinin oylandığı BM Genel Kurulu toplantısında konuşan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu , "Biz Türkiye olarak Filistin'in yanında olmaya devam edeceğiz.", "İsrail'in Filistin'i reddetmesi mantıklı değil." ve "Şimdi değilse Filistin ne zaman devlet olacak" sözleriyle Türkiye'nin desteğini ortaya koydu...
Davutoğlu'nun konuşması sık sık alkışlarla kesildi.
FİLİSTİN ARTIK BM’DE “ÜYE OLMAYAN
GÖZLEMCİ DEVLET”
Filistin,
BM’de “Üye olmayan Gözlemci Devlet” statüsü elde etti. BM Genel Kurulu’nda
yapılan oylamada, Filistin’in talebi için 138 ülke, “evet”, 9 ülke “hayır” oyu
kullandı, 41 ülke çekimser kaldı.
Filistin ,
BM’de tam temsiliyet yolunda en önemli adımlardan birini atarak “Üye olmayan
Gözlemci Devlet” statüsü elde etti. Böylece BM’de üye olmayan gözlemci devlet
statüsü kazanan Filistin, BM sistemindeki temsil imkanını bir adım ileriye
taşıdı. Filistin bu kararla İsrail’in işgali, illegal yerleşimleri ve
saldırılarını Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşıyabilecek.
Geçen yıl
tam üyelik başvurusu yapan Filistin’in bu talebi Güvenlik Konseyi’nde
engellenmiş ancak UNESCO’ca kabul edilmişti. ABD, bu nedenle UNESCO’ya
yaptığı yardımları azaltmıştı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda
Filistin’e BM’de üye olmayan gözlemci devlet statüsü verilmesi için yapılan
oylamada 9 ülke hayır oyu kullandı. Hayır oyu kullanan ülkeler arasında
İsrail, ABD ve Kanada’nın yanı sıra Çek Cumhuriyeti, Panama ve dört
Pasifik ada ülkesi bulunuyor. Oylamada hayır oyu kullanan Pasifik ada
ülkeleri, Marshall Adaları, Mikronezya, Nauru ve Palau. Pasifik ülkeleri,
BM’de genellikle ABD ve İsrail’i destekliyor.
İSRAİL’DEN SERT TEPKİ
İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın “barış yapmakla kesinlikle ilgilenmediğini kanıtladığını” savundu. Lieberman, İsrail devlet radyosuna verdiği demeçte, Abbas’ın, Filistin’in “gözlemci üye” statüsü başvurusunun oylandığı BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasıyla ilgili, “Ebu Mazen (Mahmud Abbas) barış yapmakla ilgilenmediğini bir kez daha kanıtladı” dedi. İsrail Dışişleri Bakanı Yardımcısı Danny Ayalon da radyoya yaptığı açıklamada, İsrail’in artık çıkarlarına göre hareket edeceğini ifade etti. Ayalon, uluslararası toplumun bir kez daha sorumsuzluğunu kanıtladığını ileri sürdü.
İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın “barış yapmakla kesinlikle ilgilenmediğini kanıtladığını” savundu. Lieberman, İsrail devlet radyosuna verdiği demeçte, Abbas’ın, Filistin’in “gözlemci üye” statüsü başvurusunun oylandığı BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasıyla ilgili, “Ebu Mazen (Mahmud Abbas) barış yapmakla ilgilenmediğini bir kez daha kanıtladı” dedi. İsrail Dışişleri Bakanı Yardımcısı Danny Ayalon da radyoya yaptığı açıklamada, İsrail’in artık çıkarlarına göre hareket edeceğini ifade etti. Ayalon, uluslararası toplumun bir kez daha sorumsuzluğunu kanıtladığını ileri sürdü.
CLİNTON: BARIŞ SÜRECİNİ ZEDELEYECEK TALİHSİZ BİR KARAR
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da oylamanın “barış sürecini zedeleyecek talihsiz bir karar olduğunu” söyledi. Clinton, Washington’daki bir forumda yaptığı açıklamada, kararın barış yolunda daha fazla engel oluşturduğunu ifade etti. Dışişleri Bakanı Clinton, Filistin devleti için tek yolun İsrail ile doğrudan görüşmelerin yeniden başlamasından geçtiğini dile getirdi.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da oylamanın “barış sürecini zedeleyecek talihsiz bir karar olduğunu” söyledi. Clinton, Washington’daki bir forumda yaptığı açıklamada, kararın barış yolunda daha fazla engel oluşturduğunu ifade etti. Dışişleri Bakanı Clinton, Filistin devleti için tek yolun İsrail ile doğrudan görüşmelerin yeniden başlamasından geçtiğini dile getirdi.
BATI ŞERİA VE GAZZE’DE BAYRAM
Filistin’in Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki oylamada BM nezdinde “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanmasının ardından Batı Şeria sokakları bayram yerine döndü. Ramallah’da Yaser Arafat meydanında dev ekranlardan oylamayı izleyen Filistinliler, kararın açıklanmasıyla Filistin bayraklarıyla kutlamalara başladı. Gazze sokaklarına inen binlerce Filistinli sonucu, ellerinde bayraklarıyla, havai fişekler atarak ve meydanlarda dans ederek kutladı. Kutlamalarda BM üyeliği umudunu yansıtan, ’194. devlet’ yazılı pankart ise dikkati çekti.
Filistin’in Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki oylamada BM nezdinde “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanmasının ardından Batı Şeria sokakları bayram yerine döndü. Ramallah’da Yaser Arafat meydanında dev ekranlardan oylamayı izleyen Filistinliler, kararın açıklanmasıyla Filistin bayraklarıyla kutlamalara başladı. Gazze sokaklarına inen binlerce Filistinli sonucu, ellerinde bayraklarıyla, havai fişekler atarak ve meydanlarda dans ederek kutladı. Kutlamalarda BM üyeliği umudunu yansıtan, ’194. devlet’ yazılı pankart ise dikkati çekti.
ERDOĞAN ABBAS’I TELEFONLA KUTLADI
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan , “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanması dolayısıyla Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı telefonla arayarak tebrik etti. Başbakanlık kaynaklarından edinilen bilgiye göre, Abbas’ı telefonla arayarak kutlayan Başbakan Erdoğan, görüşmesi sırasında Abbas’a, “Sizin şahsınızda tüm Filistin halkını tebrik ediyorum. Hayırlı olsun” dedi. Başbakan Erdoğan’ın, BM Genel Kurulu’ndaki oylama sonucundan memnuniyet duyduğunu dile getirdiği Abbas’a, Türkiye’nin önümüzdeki süreçte de Filistin’in haklı davasında Filistinlilerin yanında yer almaya devam edeceğini vurguladığı öğrenildi. Filistin Devlet Başkanı Abbas’ın da kendilerine verilen destekten dolayı Türkiye’ye ve Türk halkına minnettar olduklarını ifade ettiği bildirildi. Öte yandan, BM Genel Kurulu’ndaki oylamanın ardından Abbas’ı telefonla arayarak kutlayan ilk lider Erdoğan oldu. Görüşmenin, Abbas’ın BM Genel Kurulu’nda tebrikleri bizzat kabul etmesinin ardından gerçekleştiği öğrenildi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan , “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanması dolayısıyla Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı telefonla arayarak tebrik etti. Başbakanlık kaynaklarından edinilen bilgiye göre, Abbas’ı telefonla arayarak kutlayan Başbakan Erdoğan, görüşmesi sırasında Abbas’a, “Sizin şahsınızda tüm Filistin halkını tebrik ediyorum. Hayırlı olsun” dedi. Başbakan Erdoğan’ın, BM Genel Kurulu’ndaki oylama sonucundan memnuniyet duyduğunu dile getirdiği Abbas’a, Türkiye’nin önümüzdeki süreçte de Filistin’in haklı davasında Filistinlilerin yanında yer almaya devam edeceğini vurguladığı öğrenildi. Filistin Devlet Başkanı Abbas’ın da kendilerine verilen destekten dolayı Türkiye’ye ve Türk halkına minnettar olduklarını ifade ettiği bildirildi. Öte yandan, BM Genel Kurulu’ndaki oylamanın ardından Abbas’ı telefonla arayarak kutlayan ilk lider Erdoğan oldu. Görüşmenin, Abbas’ın BM Genel Kurulu’nda tebrikleri bizzat kabul etmesinin ardından gerçekleştiği öğrenildi.
Kaynak: Radikal
5 SORU: BM
Filistin Oylaması
Ulutaş:
“Sadece Vatikan’ın sahip olduğu ‘üye olmayan gözlemci devlet’ statüsü,
Filistin’i bir kuruluş olmaktan çıkarıp bir devlet statüsüne getiriyor.”
PAYLAŞIN
1. Birleşmiş Milletler’deki
Filistin oylaması neyi hedeflemektedir?
BM’de gözlemci kuruluş statüsünde olan Filistin Özerk
Yönetimi, 2011 yılında BM’ye tam üyelik başvurusunda bulunmuştu. Filistin’in
bir devlet olarak BM’ye tam üye olabilmesi için teklifin BM Güvenlik
Konseyi’nden geçmesi ve Genel Kurul’da da üçte ikilik bir desteğe sahip olması
gerekiyordu. Fakat ABD’nin başvuruyu veto edeceğini açıklamasıyla birlikte
başvuru görüşmeye açılmamış ve rafa kaldırılmıştı. Filistin bu sefer tam üye
devlet statüsünden bir kademe aşağıda bulunan “üye olmayan gözlemci devlet”
statüsüne geçmek için BM’ye tekrar başvurdu. Bu başvurunun bir öncekinden en
büyük farkı Güvenlik Konseyi’nin onayının gerekmemesidir. Bu sebepten Filistin
ABD’nin veto gücünü dikkate almadan Genel Kurul’da istediği desteğe ulaşabilme
imkanı bulmuştur.
2. Üye olmayan gözlemci devlet
statüsü nedir? Filistin’e ne getirecektir?
Sadece Vatikan’ın sahip olduğu bu statü, öncelikle
Filistin’i bir kuruluş olmaktan çıkarıp bir devlet statüsüne sokmaktadır. Bunun
dışında en fazla göze çarpan getirisi, Filistin’e BM ile bağlantılı
uluslararası organizasyonlara üye olabilme hakkını tanımasıdır. Bu
organizasyonlardan da en fazla ön plana çıkanı Uluslararası Ceza Mahkemesi’dir
(UCM). İsrail’in yumuşak karınlarından birisi olan uluslararası hukuk
ihlallerini UCM’ye taşıma ve işgal, işkence veya Yahudi yerleşimleri gibi
konularda İsrailli yetkilileri mahkum ettirebilme imkanı vermektedir. Örneğin
yerleşimlerin inşasından sorumlu olan İsrailli yetkilileri Uluslararası Ceza
Hukuku çerçevesinde savaş suçundan yargılama imkanı da sağlayabilecektir. Yasal
getirilerine ek olarak Filistin Devleti’ne uluslarası meşruiyet kazandırma
noktasında da atılmış önemli bir adımdır.
3. BM’deki oylamada Filistin
Devleti’ne verilen destek ne ifade etmektedir?
BM oylamasında statü yükseltilmesi teklifine evet oyu
veren 138 ülkeye karşı 9 ülkenin hayır oyu vermesi ve 41 ülkenin çekimser
kalması, Filistin Devleti’ne verilen uluslararası desteği göstermektedir. Hayır
oyu verenlerin İsrail, ABD ve ABD’nin hinterlandında bulunan irili ufaklı
adaların olması, İsrail’in bölgede olduğu gibi global ölçekte de yalnız
olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Güvenlik Konseyi üyelerinden Rusya,
Çin ve Fransa’nın evet, ABD’nin hayır oyu kullandığı ve İngiltere’nin de
çekimser kaldığı hesaba katıldığında, tam bağımsız bir Filistin Devleti’nin
önündeki en önemli uluslararası engelin de ABD olduğu daha belirgin hale
gelmektedir.
4. İsrail ve ABD’nin oylamaya
tepkisi ne olacaktır?
Her iki devlet de Filistin-İsrail meselesinde iki aktör
arasındaki asimetriyi korumaya çalışmaktadır. Bu sebepten Filistin’in bir
kuruluştan devlete doğru dönüşüm sürecini baltalama gayreti vermektedirler.
Bundan sonraki süreçte ABD özellikle Kongre’nin baskısıyla Filistin’e yapılan
dış yardımın durdurulması tehtidiyle, İsrail ise zaten çoğunu yerine
getirmediği Oslo Antlaşması ve Filistin Özerk Yönetimi’ne aktardığı vergi ve
gümrük gelirleri üzerinden Mahmut Abbas üzerindeki baskısını artıracaktır. Bu
süreçte Filistin de yeni statüsünün kendisine kazandırdığı kozları kullanmak
suretiyle ABD ve İsrail’den gelecek baskılara karşılık verecek ve müzakereye
girişecektir.
5. Filistin ve Uluslararası
toplum bundan sonra nasıl bir yol izlemelidir?
Filistin’in bundan sonraki süreçte atacağı en önemli
adımlar, milli uzlaşıyı sağlamak, Filistin Özerk Yönetimi’nin yapısını reforme
edip daha katılımcı bir yapıya büründürmek ve devlet kurumlarını sistematize
edip işlerlik kazandırmak, bu yolla tam bağımsız bir Filistin Devletinin alt
yapısını hazırlamak olmalıdır. Barış sürecinin yeniden başlaması da bölge için
büyük önem arzetmektedir. Filistin’in yeni statüsü ve müzakerelerin önündeki en
büyük engellerden birisi olan yerleşimlerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne
taşınma ihtimali, orta vadede müzakerelerin daha sağlıklı bir zemine oturmasına
sebep olacaktır. Bu süreçte Uluslararası toplumun Filistin Devletine olan
desteğinin artarak devam etmesi ve devlet kurumlarının teşkili için ellerini
taşın altına koymaları ve finansal ve siyasi desteğin kapılarını açmaları
gerekmektedir.
·
Ufuk
Ulutaş
Araştırmacı
uulutas [ at ] setav.org
Onbirinci Bölümuulutas [ at ] setav.org
İşgal altındaki Filistin topraklarında İsrail yerleşimleri
İsrail’in Batı Şeria, Modiin’deki yerleşim bölgesi, Mart-Nisan 2006.Fotoğraf: Interfaith Peace Builders
İsrail’in yerleşim politikasına Birleşmiş Milletler’in karşı çıkması, 1979
İsrail, 1967’de işgal ettiği Filistin ve diğer Arap topraklarına 1970’lerin başından beri sivil yerleşim yerleri kuruyor. Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul Filistin topraklarındaki İsrail yerleşkelerinin kuruluşunun uluslararası hukuka (1949 Cenevre Sözleşmesi) ve Birleşmiş Milletler kararlarına aykırı olduğunu tekrar tekrar belirtti.
Güvenlik Konseyi, 22 Mart 1979 tarih ve 446 sayılı kararı ile, 1967’den beri işgal altında olan Filistin ve Arap topraklarında İsrail yerleşim yerlerinin kurulmasını öngören İsrail politikası ve uygulamalarının yasal geçerliliği olmadığını ve Ortadoğu’da kesin ve kalıcı barışı sağlamada ciddi bir engel teşkil ettiğini söyledi. Aynı kararla, Konsey, Kudüs dahil işgal edilmiş topraklardaki yerleşkelerle ilgili olarak durumu değerlendirmek amacıyla üç geçici üyeden oluşan (Bolivya, Portekiz, Zambiya) bir Komisyon kurdu. Ard arda gelen çağrılara rağmen Komisyon görevini gerçekleştirme konusunda İsrail Hükümeti’nin yardımını alamadı.
Komisyon, 12 Temmuz 1979 tarihli raporunda, İsrail’in yerleşim polikasının 4. Cenevre Sözleşmesi’nin ihlali anlamına geldiğini ve sözkonusu politika sonucu ilgili bölgelerin coğrafi ve demografik yapısının derinden değiştiğini, Arap nüfusun göç etmek zorunda bırakıldığını, evlerinin yıkıldığını, insanların sürgün edildiğini ve yeni yerleşimcilere yer açmak için insanların sürekli göçe zorlandığını, bütün bunların sonucu olarak geride kalan Arap nüfusunun günlük yaşamının sosyal ve ekonomik yapısının kökten ve olumsuz şekilde değiştiğini belirtti.
Komisyonun 2. raporu 4 Aralık 1979’da Güvenlik Konseyi’ne sunuldu. Raporda yer alan sonuçlarda Komisyon, Güvenlik Konseyi’nin çağrılarına ve kararlarına rağmen devam eden İsrail’in yerleşme politikasının bölgede barışın sürdürülmesiyle uyumsuz olduğunu yineledi. 25 Kasım 1980’deki 3. raporda Komisyon daha önceki iki raporunda yer alan sonuçların bütünlüğünü doğruladı ve ayrıca İsrail’in işgal edilmiş bölgedeki doğal kaynakları sömürmesine odaklandı. Bu rapor Güvenlik Konseyi tarafından hiçbir zaman dikkate alınmadı.
1994 Mart ayında bir İsrailli yerleşimci tarafından El-Halil’de (Hebron) bir camide ibadet eden Filistinlilerin katledilmesinden sonra Güvenlik Konseyi İsrailli yerleşimcilerden kaynaklanan yasadışı eylemleri önleme amacıyla silahlara el konulması, İsrail’e önlemler almaya ve uygulamaya devam etmesi çağrısı yapan 904 sayılı kararı kabul etti.
Genel Kurul 1990’ların sonunda İsrail’in Doğu Kudüs’te ve işgal altındaki Filistin topraklarındaki faaliyetleri konusunda 10. acil oturum döneminde birçok kez toplandı. Genel Kurul, özellikle yasadışı bir eylem olarak düşünülen, İsrail Hükümeti’nin Doğu Kudüs’ün Jabal Abu Ghneim ve diğer bölgelerinde yerleşkeler inşa etmeye başlaması kararına dikkat çekti. 25 Nisan 1997’de kabul edilen önergede Genel Kurul, Jabal Abu Gheneim’de yeni yerleşimlerin kurulmasının durdurulması ve işgal edilmiş Doğu Kudüs ve Filistin topraklarının geri kalanındaki yasadışı İsrail eylemlerinin sona erdirilmesi çağrısı yaptı. İsrail’in Genel Kurul kararına uyduğuna dair herhangi bir işaretin olmamasından dolayı, Genel Kurul İsrail’in “işgal altındaki Doğu Kudüs ve Filistin topraklarının geriye kalan bölgelerinin demografik yapısını, yasal statüsünü ve karakterini değiştiren ya da değiştirmeyi amaçlayan önlemlerin” geçersiz olduğunu bir kez daha teyid eden kararı 1999 Şubat ayında kabul etti.
Karar, İsrail’in yerleşim aktivitelerinin ve pratikteki sonuçlarının tanınmayacağını ve uluslararası hukuka aykırı olduğunu, Jabal Abu Ghneim ve başka yerlerdeki inşaatların durdurulmasını ve 4. Cenevre sözleşmesinin kanunen uygulanabilirliğinin İsrail tarafından kabul edilmesini yeniden istedi.
Yerleşimlerdeki CHR Özel Raportörü, 2000, 2007
İnsan Hakları Komisyonu Özel Raportörü tarafından 15 Mart 2000 tarihli Filistin topraklarındaki insan hakları raporuna göre, İsrail, 1967’den itibaren çeşitli gerekçelerle Batı Şeria’nın yaklaşık yüzde 60’ına, Gazze Şeridi’nin yaklaşık yüzde 33’üne ve Kudüs’teki Filistin topraklarının yüzde 33’üne el koydu.
Filistin Hakları Komitesi 2000’deki raporunda, İsrail’in yerleşim politikaları ve eylemlerinin barış sürecine büyük zarar veren bir anahtar role sahip olduğu konusundaki katı tutumunu yineledi. Ayrıca Meclis 20 Ekim 2000’de kabul ettiği karar ile Kudüs dahil işgal altındaki Filistin topraklarındaki bütün İsrail yerleşkelerinin yasadışı ve barışa engel olduğunu söyledi. Meclis ayrıca İsrailli yerleşimcilerin neden olduğu şiddet eylemlerinin engellenmesi çağrısında bulundu.
Filistin topraklarındaki insan hakları özel sözcüsü John Dugard 2007 yılının Ocak ayında yeni İnsan Hakları Konseyine sunduğu raporda genişleme sonucunda Batı Şeria’daki İsrailli yerleşimci nüfusunun 260,000’e çıktığını ve Kudüs’tekilerin de 200,000’e yaklaştığını söyledi. İnsan Hakları Konseyi, Kasım 2006’da sona eren 2. oturumunda Doğu Kudüs dahil işgal edilmiş topraklardaki yerleşme politikasını değiştirmesi için ve yeni yerleşim birimlerinin kurulmasını önlemek için İsrail’e baskı yapan bir kararı kabul etti.
BM Genel Kurulu, 14 Aralık 2006 tarih ve 61/118 sayılı kararı ile Doğu Kudüs dahil Filistin topraklarında İsrail tarafından inşa edilen yerleşim yerlerinin yasadışı olduğunu ve barışa, ekonomik ve sosyal kalkınmaya engel teşkil ettiğini belirtti. Genel Kurul, Doğu Kudüs dahil işgal edilmiş Filistin topraklarının statüsü ve yapısının değiştirilmesinin önlenmesi hususunda uluslararası insani hukuk kuralları dahil olmak üzere uluslararası hukuka uymasını İsrail’den bir kez daha istedi.
Orta Doğu Dörtlüsü, İsrail ve Filistinliler tarafından desteklenen Yol Haritası barış planı çerçevesinde İsrail Hükümeti’nden 2001 Mart ayından sonra başlatılan tüm yeni yerleşim yeri inşaatlarını dondurmasını istedi. Fakat Mayıs 2007’de Dünya Bankası tarafından yayınlanan bir rapora göre 2001’den 2005’e kadar İsrail içindeki nüfus yıllık sadece yüzde 1,8 artarken yerleşimci nüfusu yıllık sadece yüzde 5,5 oranında arttı.
2007 Mayıs ayındaki Güvenlik Konseyi’ne verilen bilgilendirme raporunda Siyasi İşlerden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Lynn Pascoe yerleşimlerin durdurulması için çağrı yapan Yol Haritası maddelerine rağmen işgal edilmiş Filistin topraklarındaki dondurulmuş 121 yerleşim yeri inşaatının 75’inde yeni yerleşim ünitelerinin yer aldığını söyledi. Ayrıca Yol Haritası altında sorumluluğuna rağmen İsrail Batı Şeria’daki 101 ileri yerleşim yerinin hiçbirini kaldırmamıştır.
Filistin Sorunu,
BM ve Türkiye
SALI, 04 ARALIK 2012 02:41
GÖKTÜRK TÜYSÜZOĞLU
Ortadoğu’nun
istikrarını ve geleceğini yakından ilgilendiren en önemli husus olarak
değerlendirebileceğimiz Filistin Meselesi bağlamında geçen hafta önemli bir
gelişme yaşandı. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, İsrail’in
kurulmasından yalnızca 6 ay kadar önce 29 Kasım 1947 tarihinde Araplarca
reddedilen “iki devletli çözüm” unsuru, geçtiğimiz hafta BM’nin Filistin’i “üye
olmayan gözlemci devlet” statüsü ile kabul etmesi ile resmen tanınmıştır. Bu
gelişme, Filistinlilerin ortaya koydukları hak taleplerinin ve siyasal
bağımsızlık istencinin BM üyeleri tarafından kabul edildiği anlamına
gelmektedir. Bu durum, İsrail’in Filistin Sorunu’nun çözümü noktasında ortaya
koyduğu isteksiz ve kayıtsız tutumun değişeceğine delalet eden en önemli
faktörlerden biri haline gelmiştir. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun,
alınan bu kararın Filistin Sorunu’nun çözümü çerçevesinde herhangi bir
etkisinin olmayacağına dair söylemleri ise ülkesinin gerek BM gerekse de
uluslararası arenada içerisine sürüklendiği yalnızlığı gizlemeye yönelik
taktiksel bir girişimdir. Zira geçtiğimiz günlerde yaşanan Gazze Operasyonu
çerçevesinde de görülmüştür ki, İsrail ve onun en yakın müttefiki ABD’nin
Filistin Meselesi ekseninde ortaya koydukları tezler kabul görmemektedir.
Filistin’in BM tarafından
“üye olmayan gözlemci devlet” olarak kabul görmesi, İsrail’in işine gelmemektedir.
Nitekim İsrail, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te sürdürdüğü işgali sürekli kılmak
istemekte ve bu bölgelerde yeni yerleşim birimleri kurarak topraklarını
genişletme hedefindedir. Bu güne değin İsrail’in karşısında “devlet” olarak
tanınan bir yönetim olmadığı için, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki işgalin
devamlılığı ve uluslararası meşruiyeti noktasında herhangi bir endişe
duyulmamıştır. Aynı şekilde, İsrail’in Gazze’ye yönelik olarak uyguladığı
ambargo ve tedhiş hareketleri de Hamas ile mücadele ekseninde meşrulaştırıldığı
için Netanyahu ve öncüllerine hareket edebilecekleri ve saldırı-işgal
sarmalında yürüttükleri politikalarını uygulama alanına koyabilecekleri bir
alan sağlanmış oluyordu. Ne var ki, BM’nin aldığı karar sonrası Filistin bir
devlet olarak kabul gördüğü için, İsrail’in El Fetih-Hamas çatışması ekseninde
yürüttüğü ve kendisine yönelik terör eylemleri bağlamında anlamlandırdığı
saldırgan dış politikası da boşa çıkarılmıştır. Nitekim BM nezdindeki
girişimler çerçevesinde Filistin’deki bölünmüşlük bir yana bırakılmış ve Hamas
geri plana çekilerek Mahmud Abbas’ı devlet başkanı olarak ön plana çıkarmıştır.
Bu durum, önümüzdeki dönemde Gazze merkezli Hamas yönetimi ile Batı Şeria’daki
El Fetih arasında bir yönetimsel ittifakın ortaya çıkabileceğini de
göstermektedir. Önümüzdeki dönemde Mahmud Abbas’ın devlet başkanı olduğu ve
İsmail Haniye’nin başbakanlık koltuğunda oturduğu bir Filistin görmemiz
olasıdır. BM’nin aldığı karar, Filistin Devleti’nin topraklarının 1967
yılındaki sınırlar bağlamında ele alındığını ve Doğu Kudüs’ün Filistin’in
başkenti olarak görüldüğünü de kanıtlamaktadır. Yani İsrail’in bugünkü
sınırları da BM nezdinde kabul görmemektedir. Bu durum, İsrail’in bir devlet
olarak siyasal meşruiyetinin de tartışmalı hale geldiğini göstermektedir. Zira
bu devletin mevcut sınırları BM tarafından kabul görmemekte ve İsrail “resmen”
işgalci olarak resmedilmektedir. Açıkçası BM’nin aldığı bu karar sonrası
İsrail’deki milliyetçi-muhafazakâr “şahin” kesimin etkinliğinin artması
olasıdır. Kararın İsrail’deki seçimlerden hemen önce alınmış olması, ulusal
güvenlik endişelerini ön plana çıkartarak oy toplayan Netanyahu ve Lieberman’ın
işine yarayacaktır. Nitekim dünyanın dört bir yanından farklı toplumsal
grupların bir araya geldiği İsrail’in bir numaralı gündem maddesi ve toplumsal
uzlaşı noktası her zaman için ulusal güvenlik kaygıları olmuştur.
BM’nin Filistin’e “üye
olmayan gözlemci devlet” statüsünü tanıması, ABD tarafından sürekli olarak altı
çizilen ve Türkiye dâhil tüm küresel ve bölgesel aktörlerin onayladığı “iki
devletli çözüm” ihtimalini meşrulaştıran bir girişim olmuştur. Nitekim bugüne
değin “iki devletli çözüm” noktasında İsrail ile müzakere eden bir Filistin
“devletinin” varlığından söz etmek mümkün değil iken, BM kararı neticesinde Filistin’in
devlet olarak varlığı onaylanmıştır. ABD-İsrail ikilisinin, “iki devletli
çözüm” önerisini desteklemelerine karşın Filistin’in BM tarafından gözlemci
devlet statüsüne yükseltilmesini reddetmelerinin en önemli nedeni, bu üyelikle
birlikte Filistin’in bir “devlet” olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvuru
hakkını elde etmiş olmasıdır. Bundan böyle Filistin, İsrail’in Doğu Kudüs ve
Batı Şeria’daki işgal hareketlerini, yasadışı konut projelerini, Gazze’ye
uyguladığı ablukayı ve insan haklarına aykırı eylemlerini Uluslararası Ceza
Mahkemesi (International Court of Justice-ICJ)’ne götürme ve İsrail’in
cezalandırılmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hakkın kullanılması halinde çok
sayıda İsrailli güvenlik görevlisi ve devlet adamının ceza alması olasılığı
ortaya çıkacaktır. Her ne kadar Filistin, barış görüşmelerini yeniden
başlatabilmek için bu hakkını “şimdilik” kaydıyla kullanmayacağını açıklasa da,
Filistin’in böyle bir silaha sahip olması İsrail’i ve onun müttefiki ABD’yi
endişelendirmektedir.
Filistin Davası’nın en
önemli savunucusu haline gelmiş olan Türkiye ise, ABD ile karşıt kamplarda yer
almış olmasına karşın Filistin için BM nezdinde etkili bir lobi yürütmüştür.
Gazze Krizi’nin sonlanması noktasında Mısır ve Katar ile birlikte elde ettiği
diplomatik başarının ardından şimdi de Filistin’in BM tarafından “üye olmayan
gözlemci devlet” statüsü elde etmesi noktasında Türkiye’nin çok büyük bir rolü
olmuştur. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun BM’de Mahmud Abbas’ın hemen
ardından yaptığı konuşma ve gösterdiği diplomatik etkinliğin katkısı
yadsınamaz. Zaten Mahmud Abbas da oylamanın hemen ardından Davutoğlu ile bir
araya gelmiş ve teşekkür etmek için New York’taki Türk Evi’ni ziyaret etmiştir.
Filistin’in BM tarafından
“gözlemci devlet” olarak tanınması, diğer devletsiz halkları da Filistin’in
izlediği yolu izlemeye itebilir. Bu noktada aklımıza gelen ilk örnek KKTC’dir.
Ne var ki, KKTC, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir parçası olarak görülmektedir. Rum
ve Türk tarafları, BM nezdinde görüşmeler yürütmekte ve iki toplumlu bir
federasyon tek çözüm yolu olarak kurgulanmaktadır. Filistin’in aksine KKTC’nin
uluslararası arenada destekçisi de yoktur. KKTC olmasa da, Rusya’nın yardımıyla
Gürcistan’dan ayrılan Abhazya ve Güney Osetya ile Moldova’daki Transdinyester Bölgeleri
Filistin’in yolunu izlemek isteyebilir. Üstelik bu bölgelerin en önemli
destekçisi Rusya’dır ve Rusya, BM nezdindeki oylamaları etkileyebilecek bir
küresel aktördür. Yani Filistin’in elde ettiği bu başarı hukuksal anlamda bir
“emsal” teşkil etme özelliğine sahiptir. Türkiye’nin en çok dikkat etmesi
gereken husus ise, federe bir devlet olan ve son dönemde Irak merkezi hükümeti
ile çok büyük yönetimsel ve siyasal sorunlar yaşayan Bölgesel Kürt Yönetimi
olmalıdır. Zira bu bölgenin ABD ve İsrail gibi çok önemli iki destekçisi
bulunmaktadır ve ilerleyen dönemde Filistin’in yolunu izleyebilir.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder